Her Esma Tecellisi Resul’ün ( asm) Bir Mucizesi-II
Akdeniz’e bakan yalıyarların birinin üzerindeki kim bilir hangi tarihte kurulmuş yerleşim biriminde, ağaçlardan kopup gelen sesleri dinledikten sonra:
“Akasyaları bilirsiniz. Baştan ayağa bembeyaz ‘zannedilen’ o ağaç var ya hani; en büyük meyvesi sürur verici serin gölgeleri olan…” diye sessizce hitap ettim yüreğime.
Kimi insanların da öyle olduğunu, kimi an ve anlayışların çoklarına o intibáı verdiğini düşünmekte, bilmem, haksız mıyım?
“Hiçbir müfsit ben müfsidim demez…” hakikatıyla atbaşı giden pek çok zannımı sur bile kendi dairesine alırsa ve kaygan zeminlere düşürürse diye endişelenmek, bilhassa bizim şiarımız olmalıdır.
“Meslek-i hakikat” (Hakikatçılık) çığırının, bir bakıma değil, tıpatıp öylesi bir müjdenin “cüz’ü” olduğunu kabul etmeyen yok gibidir. Bizi öylesi bir benzetmeye götüren sır, o sesin getirdiği tedaiydi ve vecde getirici sedasıyla “Halikını tesbih”teydi. İlk defasında herhangi bir kuşa ait olduğunu sandığım ses, “miheng”e vurduktan sonra öğrendim ki elsiz bir böceğe aitmiş.
*
Sis basmış zirvelerin gönülleri çekişi bir değişiktir.
Eğer oralarda iseniz, öyle bir kapalı kutu içinde bulursunuz ki kendinizi, sisin ardındaki gözlerden ve itici “ilgi”lerden fersah fersah ırak görürsünüz. Tam tersine, o zirvelerden gerçekten ıraksanız, bu sefer de sisin ardını merak eden “muhayyile” ve “musavvire” duygularınız size öyle sürprizler hazırlar ki latifelerinizin bir kısmını doyuracak, bir kısmını ataletten kurtaracak, daha ayrı bir bölümünü ise aslî vazifesine çevirecek kabiliyetler gösterir.
Akıl ve muhakemeden süzülenlerin nelerde karar kıldığını bilmeyeniniz yoktur zannediyorum; onun için “göz ve gönüller” dedim. Hâdiselerin “kışr”ını temizlemekle vazifeli kuru ve “âkıl” olması gereken ama –maalesef- çok kere o sıfatı gösteremeyen, duygu kırıntılarına kapılmayı “akıllı olmakla” karıştıran ve bizi bu yüzden ağzı açık bıraktıran, göz boyamalarla çabucak kamaşabilen kaypak hissi hatırlatmayı fazla ve gereksiz görüyorum.
Deryanın dalgaları üzerindeki köpüklere takılarak, denizin bağrındaki sayısız “tecelli” izini düşünemeyen tefekkür ehli misâli, yalnızca kiminin içini kanatan, kimine göre gönül açan, bazıların da yürek ve bileğini üzen o seslerle oyalanmak –ne yalan diyeyim- beni oldukça düşündürdü; işin hakikatı, biraz da utandırdı.
“Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor… Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma boğulursun.” (İnceden inceye düşünceye dalmak, gafil olmaya mânidir. Kendinde başka hususları düşünürken ayrıntıya girip “tecessüs” etme.)
Demek ki insanı o feci akibete düşüren husus, bahsedilen yanlış düşünce hâlidir; “tefekkür”, ölçüsüz bir düşüncenin eseri değil, ancak belli ve “mücerreb” (doğruluğu tecrübeyle sabit) düsturlar tarafından kuşatıldığı ölçüde bir mâna ifâde eder.
Kupkuru hayranlıklar, endâzesiz kanaatlar, “güzel görmeyen” (doğru bakmayan) bir zihin yapısıyla, oraya buraya çekilebilen, ve “nefs” elinde tevil silahı olabilen temâşalar, “müderris”lik yapacağım derken, “Tevhid”den uzaklaştırıcı boyun kırmalara o kılıfı takmak değil… Hz. İbrahim benzeri bir dostluk ya da “hıllet” zirvesi.
*
Sonradan öğrendim ki o sesler kiminin “cırcır” dediği, kiminin “sırsır” diye adlandırdığı o gözsüz böceğe aitmiş. İşin garibi, bulunduğum zaruretler icabı onları çok kere gece duyduğumdan sadece karanlıkta ve akşam üstleri öttüğünü sanıyordum; yanılmışım.
Pek çok insanın “akçaağaçları” ve açtığında akasyaları bembeyaz sanması gibi tıpkı. Hâlbuki “yanar-döner” yapraklarının sırtı güneş ışığındaki renklerden tek birini, beyaz olanını gözlerimize taşıyıp aksettirdiği içindir o beyazlık. Akça çiçeklerinin efsunlu renkleriyle verdiği bir sıbga eseri.
Hele “Yat Limanı”na inen sokaktaki pansiyonların bahçesindeki ağaçlardan sıyrılan böcek sesleri daha garipti; çığlık çığlığa feryat ediyorlardı sanki. O sitem ötüşleri –biraz da böyle anlayalım- belki de muhitteki “yaşantı”dan dolayıydı.
İşin gerçeğinin zıddına bir kavis çizdiğini bilmeme rağmen, Yûnus gibi:
“Ben bir ulu şara varam/ Feryad u figan koparam” diyemeyen bir zaruretin göbeğinde bulunanlar gibiydi hâlim. Âkif gibi “Hüsran”ı da yazamazdım ya…
Her bir tecelli ve “esma” aksi, Yüce Nebi'(ASM)nin kimine göre “bine baliğ” ( ulaşan, aşkın), kimine göre 30 bin civarındaki mucizesinin yeryüzündeki, âlemdeki, kâinattaki -biz insanlar ve diğer esbaba göre- acizlik aynası gibi; endam aynası.
Mehmet Nuri Bingöl