Bir yer var biliyorum ama anlatamıyorum…
Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum, der Orhan Veli Kanık…
Bu dünyada var olmayan, varlık sınırının öte tarafında yerini bilmediğimiz, varamadığımız ama insanların hep yönelmek istediği bir yer…
Bu yönelişle insan, “burada olmayana”, “başka bir dünyaya”, “cennete”, “ eve” kısacası “gaibe” özlem duyar, hüzünlenir.
Bu hüzün, tarih boyunca insanın ruhunu, yüreğini sarıp sarmalayan alevdir.
Ateşi söndürmek için sorular sorar, cevaplar arar, kendi kendine…
Yüce ve ince ruhlular, sonbahar ve hüzün anlatılarından niçin hoşlanırlar?
Deniz kenarında güneşin batışını izleyenler, niçin bir yerin hasret ve özlemini duyar, derin düşüncelere dalarlar?
Bir yere aitlik ve o yerden kopmuşluk hissi niçin bazen insanın yüreğine kor gibi düşer?
İçinde anlamsız derin uçurum ve boşlukların oluştuğu anda, niçin gözünde yaşlar akar ve kendi kendine konuşursun?
Niçin derinlik, ruh yüceliği, düşünce, hüzünle birlikte anılırken, yüzeysellik, ruhsuzluk ve değersizlik sevinç ve neşeyle birlikte anılır?
Niçin? Niçin? Niçin? Bitip tükenmeyen sorular… Aranan cevaplar…
Üstün ve daha uyanık hüzünlü ruhlar, dünyanın darlığını, eksikliğini daha çok hissetmiş olamazlar mı?
O, “var olan” şeyler, “var olmayana” duyulan hasret, özlem ve gurbet acısını unutturacak derecede ruhun omuzlarına ağır yükünü bindirmesi ve çirkin yüzünü göstermesi olamaz mı?
Büyük ruhların, derinlikli gönüllerin, hüzün, hazan, sessizlik ve gün batımında kendilerini âlemin bitiş sınırına daha yakın hissetmesi olamaz mı?
Her şeyi söylemek mümkün… Ama cevaplar tatminsiz…
Bitiş sınırında Araf ta kalmak, gaip perdesine yaklaşmak, onu açmaya çalışmak…
Ancak aşağılık dünyadan sıyrılıp, teslimiyet sınırına yaklaşmakla mümkün…
Gönülden çıkan ruh, yücelen, incelen, teslim olan, sonsuz kalan, beden ise ölen, kalan, yok olup bitip tükenen…
Gönül, ruh için anlam biçilen bahçedir. Anlamı bulan ruh, rahatlar, teskin olur, huzur bulur.
Attığın şeyin ederi kadar meyveye sahip olursun orada…
Ederi tadıdır. Acı, tatlı…
Kokusu gaipten gelir, gaibi hatırlatır…
Tadına varmış ruh, sürekli buraya varmanın tatlı telaşı, acı arayışı içindedir.
Vardığını zanneder. Ama nafile… Çölün ıssız yalnızlığı ile sonsuz sessizliğinde yalnız kalır.
Yokluğun sonsuz çölüne kaçış başlar.
Yalnız, garip bir yolcu… Meçhule doğru…
İnsanın varlık atölyesinde bu “toprak zindan” da kalmanın acısı, hüznü ve kederi vicdanın derinliğine işlenmiştir bir kere…
Söküp atması imkânsız…
“Var olan şeylerin” acı ve üzüntüsüyle kuşlar gibi sevinç ve neşeye sahip olması, imkânsız…
Dünyada “olanın” verdiği eksikliğin bilincine varmasıyla, sıradan günlük işlerin zevk ve neşesinden haz alması da, imkânsız…
İmkânsızlıklar ancak sanatla, dinle aşılır. İmkânsızlıklara umut…
Sanat, dünyada kalıp tamamlanmayı, din ise manevi âleme yönelip olgunlaşmayı sağlar.
Et ve tırnak gibi birdir, bütündür…
Sanat, insanın varlık sınırından öteyi gösteren pencere, din ise öteye açılan kapı…
Pencereden bakanlar, eksikliğini tamamlar, kapıdan girenler ise kemale ererler…