Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur…
Ne büyük bir söz… Lakin bu söz birileri için hiçbir anlam ifade etmese de, birileri için üzerinde bir dakika kadar hatta bir saniye kadar düşünülüp kaldığı yerden hayatına devam ettiği bir anlama muhteva.
Bu söz, onda vücut bulmuştu… O, bu sözün dün geceye kadar yaşayan bir timsaliydi…
Evet, bu sözün vücut bulduğu elbette çok kişi vardır hem şimdi hem geçmişte…
Ben birini tanıdım Mustafa Çıkrık…
O henüz genç yaşında ne merde, ne de namerde muhtaç olmadan terki diyar etti bu âlem-i faniden…
Ben onu tanıdığımda sevmiştim acaip bir fıtratı vardı bu acaiplik ben de karşılık bulmuştu. Onun kadar olmasam da ben de biraz acaip sayılırım. O sebepten olsa gerek meşreben imtizaç etmiştim. Mustafa’nın bu acaipliği ne yazık ki içinde bulunduğu iklime de sirayet etmişti. Onu, içinde bulunduğu iklimin insanlarından çok azı anladı… Ne hazin ki birçok kişi anlama gayreti bile göstermedi direk etiketledi… Onlara göre de “acaip”ti.
Onun derdi dünya değildi, dünyalık da değildi… O âlemin derdini kendine dert etmiş koca bir yürekti… Bazen bir roman çocuğunu, bazen de sokakta karşılaştığı pejmürde bir ameleyi evine alır elinde ne varsa ona ikram eder ve saatlerce onunla müzakere ederdi karşısında onu dinleyen üniversite öğrencilerinin, üniversite hocalarının olduğu bir güruha hitap eder gibi ciddiyetle hitap eder, o merdümgirizlere, pejmürde insanlara öyle muamele ederdi… Bazen de oturur reis-i cumhura, dönemin başbakanlarına, eğitim bakanlarına mektuplar yazardı. Onlara içtimai meseleler hakkında görüş ve öneriler sunardı. Bilhassa eğitim konusundaki yanlışları, eksikleri anlatır, muhataplarını ikaz ederdi. Sadece eleştirmez nasıl olması konusunda da önerilerde bulunurdu. O mektuplarından bir kaçını bana da okumuştu o mektupları menziline vardılar mı bilemem… O zaten yazar ve gönderirdi… O tam bir Selahattin’i Eyyubi kafasındaydı; “harp benim vazifem, muzaffer olmak ya da olmamak… Bunu düşünecek değilim” der, azimle çalışırdı. Birilerine göre boş, bosak bir adamdı, oysaki onun bir saniye bile boşa geçirecek vakti yoktu…
Hani üstadı derya “beni skolastik bataklığına saplanmış bir cami hocası mı zannediyorlar…” tam da bu yoldaydı ama etrafında o kadar dar görüşlü, dar fikirli insan vardı ki hiç biri onu anlamadı. En sonunda ona meczup dediler… Bir nam taktılar. Evet, o meczup bir Mevlevi’ydi…
Takdiri ilahiyi bilemeyiz ne takdir eylemiş, belki dünya ona gülseydi o da dünyaya meylederdi… Öyle bir kapasitesi vardı ki profesör olmak onun için adiyattan bir şeydi ama ülkenin en gözde üniversitesini bitirmemiş yarıda bırakmıştı. Onunla ilk iletişimim, birlikte bir şeyleri paylaşmam Matrix filimi ile olmuştu. Sene 99, bugünkü gibi internet yok, bilgisayar ulaşılamayacak bir nesne iken o Matrix’i tedarik etmiş izleyecek imkân oluşturmuştu. Bu filmi birlikte birkaç kez seyretmiştik. Seyrederken onu nasıl yorumluyordu benim havsalam onun anlattıklarını çoğu kez almıyordu. Dedim ya “acaipti” bir filmden ne kadar çok şey çıkarıyordu. Ben artık “yeterrr!” diyordum. Bundan 25 yıl önce yaşımız henüz yirmiye baliğ değilken onunla İzmir, Hatay’ın dar sokaklarında Kubbealtı Cemiyetini birlikte aramaya çıkmıştık. Uzun uğraşlar sonunda adresi bulmuştuk ama manayı bulamamıştık oradakiler de, cemiyettekiler de onu anlamadı… Çünkü oradakiler de gönüllü birer memurdu. Mustafa’yla oraya, cemiyete sanki S. Ayverdi’yi bulacağız ümidiyle gitmiştik. O gitmişti ben zaten tanımıyordum ki… Beni de arkasından sürüklemişti…
Mustafa, pek çok kitap çalışması içinde oldu ama çalışmaları hep yarım kaldı. Çünkü bir yerden sonra yazdıkları kendini de tatmin etmiyordu yaptığı şeyin en kâmil manada olmasını istiyordu… İki sene önce konuştuğumuzda yeni bir çalışmayı epey bir yere getirdiğinden heyecanla bahsetmişti. Rabbim keşke o çalışmayı bitirmeyi ona nasip etseydi. Çalışması “İslam’da denge” konusu üzerineydi. Çok külli bir çalışmaydı, içtimai meselelerden iman meselelerine kadar geniş bir dairede “dengeyi” çalışıyordu. Konudan bana biraz bahsetmişti ne müthiş bir konuydu, çok muazzam ilmi bir meseleydi. Ne yazık ki denge konusunda en geniş ilmi araştırmaları yapan böylesi bir ilmi eseri vücuda getirmeyi amaçlayan gardaşım pek çok nazarlar tarafından “dengesiz” biriydi. Öyle görülüyordu. Evet, “dengesiz Mustafa…” Maalesef bazen ben de ona kızardım. Hatta bazen yüzüne karşı sert tabirler ederdim. O, serfüru ederdi. Veyl bana…
Bazen bir konuda ardı arkası gelmez mesajlar gönderirdi “yeter be kardeşim, senin işin gücün yok ben; evli, çoluk çocuk sahibi, bin bir işle uğraşan biriyim ‘derdim dünya kadar’ senin bu mesajlarına cevap verecek kadar boş zamanım yok” derdim. Etrafındaki insanlar gibi, yaşadığı iklimi gibi ben de bazen onun boş malayaniyatla meşgul olduğunu düşünürdüm. İşsiz güçsüz… Oysaki işleyen bir beyinden daha çok çalışan nedir ki? Hatta herkesin ardından koşturduğu diyanetteki memurluğunu kendi rızasıyla bırakmıştı. Dedim ya acaip bir adamdı… Üstelik İzmir’in Foça, Karşıyaka gibi en gözde semtlerindeki şahsi mülklerini vakıflara bırakmış, gettoda tek odalı bir evde tek başına kirada yaşıyordu. Akılsız adam… Heyhat… Mustafa çok mümtaz bir ailenin efradındandı. Şehid Ahmed’in kardeşiydi. Anne-babasını tanıdım kanatsız meleklerdi. Mustafa’mın derdi büyüktü derdine ortak olan olmasa da… Mustafa’m çok hakir görüldü. Bazen ona uzaylı gibi davranıldı. Bu ona gösterilerek yapıldı. O hep bunların farkındaydı ama yine de mütebessimdi hep tevekkül içindeydi. İçten içe kalbi sızla da, yansa da mum gibi erise de hep etrafına aydınlık saçma derdindeydi. Kendini nazar-ı itibara almayanlara karşı da gayet selim ve dua içindeydi. Eğer dünya ona gülseydi meşhur bir yazar, bir hatip, hatta en son çocuk sineması üzerine yazdığı muazzam senaryoyla bir sinemacı olabilirdi. O, o zaman pek çokları için “bizim abi” olurdu ama takdiri ilahi ona buradan gülmedi. Allah Mustafa’nın yüzsuyunu döktürmeden yanına aldı. Fedakâr Mustafa seninle yaşadığım aklıma o kadar çok hatıra geliyor ki hangi birini terennüm edeyim. Pek çoğunda sana mahcubum. Beni affet, helal et… Hastanede ziyaretine geldiğimde açıkça “bana hakkını helal et” bile diyecek kadar mert olamadım affet beni. Sen ki henüz kırkında rabbine ulaştın oysaki 90’lık ninene tek başına kendi ellerinle bir erkek olarak hizmet ettiğine, ona baktığına ben şahidim. Ama rabbin sana merhamet etti. Seni kimsenin minneti altında bırakmadı. Başkaları sana borçlu kaldı ama sen kimseye borçlu kalmadın be kardeşim…
Üç ay önce dün gecenin rüyasını görmüştüm aradım “kardeşim seni rüyada gördüm, muhterem bir insanla İbrahim Kenar’la birleteydik. Sen mekân değiştiriyordun. Başka bir yere kiraya çıkıyordun” deyince o zaman sen tabir etmiştin rüyayı; “Allah-u âlem gidiyorum bu diyardan kardeşim” demiştin. Ben bunun üzerine düşünmemiştim bile… Sapasağlam görünüyordun. Hatta bir hafta önce hastaneye geldiğimde bile karşımda tanıdığım bildiğim aynı cüsseli Mustafa görünüyordu…
Mekânın cennet olsun, kabrin pür-nur dolsun, komşun peygamberler olsun…
13.08.2023, saat: 05.00