Ekranın Gölgesinde Büyüyen Çığlık: Görmek Duyabilmek Midir?
Kaçınız, şu anda bu satırları okurken, bir çocuğun açlıkla kıvranan bakışlarını ekranınızın parlaklığıyla perdeliyorsunuz?
Soru rahatsız edici, biliyorum. Tıpkı o bankta oturan adamın fotoğrafı gibi…
Yanı başında çıplak ayaklı, suskun çocuklar; arkada alevler içinde kalan bir dünya; elinde ise dünyanın geri kalanına açılan, ama yanı başındakileri kör eden bir pencere; telefon ekranı…
Bu sadece bir kare değil; dijital çağın en acımasız öz portresi. Ve muhtemelen hepimiz, o adamın yerine koyabileceğimiz anlar yaşadık.
Metroda, kafede, evimizin salonunda…
Her gün aynı senaryo tekrarlanıyor. Önümüzde açlık, yoksulluk, savaşın dehşeti veya iklimin çığlığı haber olarak akıyor. Parmak bir kaydırma hareketiyle geçiyoruz. “Beğen” tuşuna basmak, bir dua etme ritüeline dönüştü.
Paylaşmak, sorumluluktan kurtulmanın modern hali mi oldu?
“Gördüm, beğendim, paylaştım, görevim bitti” diyen bir iç monolog, kolektif vicdanımızı uyuşturuyor. O çocukların bakışları, bir sonraki eğlence videosunun parlaklığında kaybolup gidiyor.
Bu, görsel bir bombardıman çağında yaşanan duygusal açlığın paradoksudur: Her şeyi görüyoruz, hiçbir şeyi hissetmiyoruz.
Ancak teknoloji, bu yüzle önümüze güçlü bir perde çekti. Ekran, “Öteki”nin acısını bir nesneye, tüketilebilir bir içeriğe dönüştürdü.
Yüz artık bir çağrı değil, sadece bir görüntü pikseli.
Heidegger’in “Dünya-içinde-varlık” (Being-in-the-world) kavramı da burada devreye giriyor: Biz artık gerçek dünyada değil, dijital temsillerin oluşturduğu bir “dünya-içinde” yaşıyoruz. Yanan şehir, “dünya”; telefon ekranı ise içine kapandığımız yapay “dünyamız” haline geldi. Bu kopuş, insanlığımızın köklerinden sökülmesidir.
Arka plandaki alevler ve öndeki aç çocuklar, bizim ihmalimizin somut sonuçlarıdır.
İklim krizi, adaletsizlik, savaşlar; hepsi insan eliyle yaratılan ve kolektif kayıtsızlıkla beslenen felaketler. Sessizlik, çığlıktan daha yıkıcı olabilir; çünkü eylemsizliğin onayıdır.
O adamın telefona dalması, sadece kişisel bir kaçış değil; tüm bir çağın sembolik teslimiyetidir.
“Bir şey yapamam” yalanı, rahatlığımızın kalkanı oldu. Oysa her büyük felaket, küçük ihmal kıvılcımlarıyla başlar.
Bir çocuğun bakışına kayıtsız kalmak, yanan dünyaya sırt dönmenin ilk adımıdır.
Fotoğraf bize şunu haykırıyor: “Görmek, duyabilmenin başlangıcıdır; duyabilmek ise harekete geçmenin zorunlu çağrısı.”
Gerçek insanlık, ekranın filtresini kaldırıp, o çocuğun gözlerindeki sessiz çığlığı duyabilmekte yatar. Bu, felsefenin pratiğe dökülmesidir.
Sokrates’in “Kendini Bil” çağrısı, bugün “Kendini ve Ötekini Duy”a evrilmelidir.
Paylaşmak değil, fark etmek; beğenmek değil, anlamak; izlemek değil, hissetmek ve hissettirmek.
Peki, siz hangi ekranın arkasına saklanıyorsunuz?
Hangi acıyı kaydırıp geçtiniz bugün?
Hangi yanan dünyaya, “ben ne yapabilirim ki?” diyerek sırtınızı döndünüz?
O banktaki adamın sadece bir başkası olduğunu düşünmek, en büyük yanılgı. O fotoğraf, hepimizin içindeki kayıtsızlık potansiyelinin aynasıdır.
Değişim, ekranı karartıp gerçeğe bakmakla başlar. O çocuğun gözlerindeki soruyu görmekle…
O alevlerin sıcaklığını hissedebilmekle. Çünkü hiçbir dünya, sırf “izleyiciler” tarafından seyredilerek kurtarılamaz. Hiçbir açlık, bir “beğeni”yle doyurulamaz. Ve hiçbir çığlık, sessizlik perdesiyle susturulmamalı.
Bugün, o bankta oturan kişi olmamayı seçebilirsiniz. İlk adım, telefonunuzu indirip, gerçek dünyadaki ilk “Öteki”nin gözlerine bakmak olabilir.
Duyabiliyor musunuz?
O sessiz çığlık, sizin içinize işliyor mu?
Yoksa… kaydırmaya devam mı edeceksiniz?