Başkasının Mutluluğu Neden İçimizi Kemirir? İnsan Olmanın Sınavı Burada mı Saklı?
Grup dışına çıkan, kendi doğrularının peşine düşen birine neden tepki gösteririz?
Sıradanlığın dışına çıkanları neden tehdit gibi algılarız?
İki ayağı üzerinde duran, bağımsız düşünceyle ilerleyen insanlara karşı sessiz bir öfkemiz mi var?
Kendi iç yolculuğuna çıkmış, insanlık adına üretim yapanlara neden mesafeli dururuz?
Farklı düşünce pencerelerine sahip olanları dışlamak yerine neden onlardan öğrenmeyi denemeyiz?
İnsanları bilinçlendiren bir kitabı alkışlamak yerine neden onu yazanı küçümsemeye çalışırız?
Bir başkasının cesareti, bizim korkularımızı mı açığa çıkarır?
İşte bu anlar, insanın kendi iç sesiyle karşılaştığı, dürüstlükle yüzleştiği anlardır.
Çünkü bu tür durumlarda sadece başkasını değil, aslında kendimizi tartarız. Kendi üretimsizliğimiz, yetersizlik hissimiz ya da “Ben neden yapamadım?” serzenişimiz, başkasının ışığında görünür hâle gelir. Ve belki de bu yüzden o başarıyı alkışlamak yerine içine kapanır, görmezden gelir ya da küçümseriz…
İnsan olmak, başkasını alkışlayabildiğimiz an mı başlıyor gerçekten?
İnsanlık tarihi, bir yanıyla empatinin zaferi, diğer yanıyla da onun eksikliğinin trajedisiyle örülüdür.
Filozofların ve düşünürlerin binlerce yıldır üzerinde kafa yorduğu bir çelişki bu…
Bu anlarda yükselen o küçük rahatsızlık dalgası, Nietzsche’nin deyişiyle “ressentiment”in (içerleme, kin biriktirme) modern tezahürleridir.
Kendi başarısızlığımızla, tatminsizliğimizle yüzleşmektense, başkasının üretkenliğini küçümsemek veya görmezden gelmek daha kolay gelir. Bu, içgüdüsel bir savunma mekanizmasıdır; kırılgan egonun kendini koruma çabası…
Bu davranışın kökleri, insanın “kıtlık zihniyetine” sıkışmasında yatar.
Kant ahlakı, başkasını bir “amaç” olarak görmekle ilişkilendirir. Başkasının mutluluğunu içtenlikle kutlamak, onu bir amaç olarak kabul etmenin, onun iyiliğini kendi iyiliğimiz kadar önemsemenin pratik bir göstergesidir. Bu, salt sempati değil, aktif bir “sevinç empatisidir”.
Ancak tarih bize gösteriyor ki, insanlık “acıma empatisinde” (başkasının acısını anlama) görece daha başarılı olmuşken, “sevinç empatisinde” (başkasının mutluluğunu paylaşma) aynı mesafeyi kat edememiştir.
Başkasının acısı, bize kendi konumumuzu göreceli olarak daha iyi hissettirebilir veya merhamet duygusuyla kendimizi iyi hissetmemizi sağlayabilir.
Erdemin gerçek sınavı alkışlamayı bilme cesaretinde başlar…
İşte tam burada, insan olma sürecindeki kritik eşik belirir.
Kendinde olmayanı, başkasında görüp taltif edebilmek…
Bu, basit bir nezaket değil, derin bir erdemdir. Kendi egosunu dizginleyebilmiş, kırılganlıklarını kabul etmiş ve başkasının iyiliğinin toplumsal bir değer olduğunu idrak etmiş bir olgunluğun göstergesidir. Üretkenliği, çalışkanlığı, iyiliği, kendine yönelik olmasa bile, salt iyi ve değerli oldukları için takdir etmek…
Bu tavır, bireysel tatminin ötesine geçer; toplumsal dokuyu güçlendirir, kolektif ilerlemeyi besler.
Antik Yunan’da “arete” (erdem, mükemmellik) kavramının özünde, sadece kendi erdemli olmak değil, erdemi her yerde tanıyıp takdir etmek de yatar.
Peki ya sen? Hangi taraftasın?
Şimdi, dürüstçe kendine sor!
Bugün, kıskançlık veya küçümseme hissetmeden kaç kişinin başarısını içtenlikle kutladın?
Kendi eksiklerinle yüzleşmek yerine, başkalarının sıradan mutluluklarını bile baltalamaya çalıştığın oldu mu?
Başkasının ışığının, senin ışığına bir tehdit değil, ortak aydınlığımıza bir katkı olduğunu gerçekten hissediyor musun?
Eğer cevabın “Evet, kutluyorum, görüyorum, katkı olarak alıyorum” ise, içindeki insanlık ışığı hâlâ güçlü demektir. Ama eğer içinde bir burukluk, bir küçümseme, bir görmezden gelme hâlâ hüküm sürüyorsa, belki de insan olma yolculuğundaki en önemli adımı şimdi atma zamanıdır.
Başkasının mutluluğuna, kendi mutluluğun gibi sevinmeyi öğrenmek…
Çünkü insan, sadece acıyı paylaşınca değil, sevinci çoğaltınca gerçekten insan olur. Empati kapıyı açar, ama ancak başkasının sevincini yüreğinde hissedebilmek, insanlık sarayına girmenin anahtarıdır.
Bu anahtarı kullanmaya hazır mısın?