Hürriyet ve Sevad-ı Azam Kavramı
Hürriyet ile yönetilen cumhuriyet rejimi, İslam’ın esasında mevcuttur. Bu nedenle “Demokrasi küfür rejimidir” veya “Demokrasi şirktir” diyen kişilere itibar etmemek gerekir. Bu insanlar sanki padişahlık veya otoriter yönetimler İslam’dan çıkmış gibi bir düşüncenin etkisi ile büyük bir hata içerisindedirler.
Roma ve Sasani (Pers) medeniyetinde imparatorluk ve krallık rejimi hüküm sürüyordu. Bu devletlerde yöneticiler, halkın istek ve arzularını ciddiye almaz kendi bildiklerini okurlardı. Zulüm ve zorbalık bunların övündüğü işlerden olup bu yöneticiler kibir ve enaniyetin zirvesine çıkmışlardır. Mısır’da Firavun saltanatı gibi Anadolu’da Nemrut ve diğer krallar da hep aynı yöntemi benimsemişti.
Fakat Arabistan’da bir Nur doğdu. Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselam dünyaya teşrif ettikten sonra dünya adalet ve medeniyetin güzelliklerini görmeye başladı. İslamiyet Doğu’da Çin’e kadar ve Batı’da Endülüs’e kadar yayılarak zulüm ve barbarlığı sona erdirdi.
Lakin Müslümanlar; zenginlik ve İslam ahlakından uzaklaştıkları için gerilemeye başladılar. Isırıcı saltanat yüzünden birçok güzel hasleti kaybettiler. Allah’a şükürler olsun ki; Müslüman ülkelerde bazı İslam alimleri çıktı ve zorba ve günahkâr yöneticilere İslam ahlakını yeniden anlatmaya başladılar.
Tarihi ve özellikle de İslam tarihini bilmez isek Batı dünyasının “her türlü güzellik bizdendir” aldatmacasına kanabilirler. Çünkü Batı felsefesi ve anlayışının özünde kuvvete tapmak, savaş ve mücadele, menfaat, ırkçılık, his ve heveslere köle olmak gibi çok fena ahlaklar mevcuttur.
Buna mukabil İslam medeniyeti; kuvvete bedel hakkı esas tutar. Menfaat yerine yardımlaşmayı, ırkçılık ve savaş yerine uhuvvet ve kardeşliği, his ve heveslerin peşinde koşmak yerine Allah’a iman eden ve kul hakkından korkan insan olmayı hedef tutar. Bu nedenle Batı felsefesinin insanın ruhunu karartan bütün inançlarını yıkıp insana layık bir üstün medeniyet anlayışını ortaya koymuştur.
İspanya’daki Endülüs Medeniyeti ve Doğu’daki Osmanlı uygarlığı; Avrupa’nın karanlık orta çağını aydınlığa çevirmiştir. Salgın hastalıklar ve savaşlardan perişan duruma düşmüş Avrupa insanına nefes aldırmıştır. İşte bu nedenle birçok aydın: “İslamiyet olmasaydı Rönesans olmazdı.” demiştir.
Avrupa; Orta çağda fetretin en koyusunu yaşarken bir çıkış yolu aradıklarında karşılarında İslam’ı gördüler. Hatta bir Amerikalı yazar: “Şarktan bize öyle bir nur huzmesi geldi ki gözlerimiz kamaştı. Nasıl ki bir insan taklidi mümkün olmayan bir örnek karşısında kalsa, dili tutulur, kolları iki yana sarkar; hayret içinde o taklidi mümkün olmayan örneğe bakar. İşte biz Ortaçağda İslam karşısında öyleydik” itirafında bulunmuştur.
İşte Avrupa böylesine ıstırap ve zulüm içerisindeyken karşısında güzel bir örnek görerek bir inkılap geçirmiştir. Fakat İslam’ın özü yerine şekil ve gösterişinden etkilenmiştir. İslam’ın manasını ve maneviyatını da alabilseydi muhtemelen bugünkü zulüm ve barbarlığın esiri olmayacaktı. İşte, Batı’nın insanları utanç duymadan sömürme ve kendinden olmayana hayat hakkı tanımama adaletsizlikleri; günümüzde yaşanan acı gerçeklerden bir tanesi olmuştur.
İslam’ın yönetim şeklini Asrı Saadet ve Dört Halife döneminde fiilen uygulandığı için gayet açık bir şekilde görebiliyoruz. Şu husus çok nettir: İslam’da saltanat ve krallık yoktur. Hazreti Peygamber (asm) babadan oğula geçen yönetim şekillerini “ısırıcı saltanat” olarak ifade etmiş ve kınamıştır. Gerçekten de öyle zulüm ve haksızlıklar olmuştur ki iktidar ve saltanat uğruna kundaktaki bebeler öldürülmüş kanlı bir yönetim daha yönetime geçmeden başlamıştır.
Hâlbuki Hulefa-i Raşidin yani Dört Halife döneminde yönetim ve halifelik seçimle ortaya çıkmıştır. Hazreti Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radiyallahü anhüm) hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber, Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki adalet hakikatını İslam’a yakışır hürriyeti taşıyan dindar cumhuriyetin reisleri idiler.
İşte Avrupa zorbalık, pislik ve hastalıktan kıvranırken cumhuriyet yöntemini Asr-ı Saadetten örnek alarak nefes almaya başlamıştır. Şimdi bu gerçekler ortada dururken hürriyeti ve cumhuriyet yönetimini İslam’a yakıştıramayan bazı ahmaklar; Müslümanlara “demokratik cumhuriyet mevzuunda takiyye yapıyorsunuz” diye hücum ediyor. Hatta bazı gafil kişilerin gerçekleri görmemeleri ve cehaletlerini delil tutup İslamiyet’i: “baskı ve istibdat rejimidir” diye ahmakça konuşmalarına neden oluyorlar.
Halbuki İslam’a en yakın rejim “Demokratik Cumhuriyettir”. İslam kahramanı Bediüzzaman Said Nursi; Osmanlı’nın son döneminde herkesten ziyade meşrutiyete sahip çıkmıştır. Hatta şöyle tarif etmiş: “Meşrutiyet ki: adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir” demiştir.
Kuran’da Şura Sursi 38. Ayette geçen “emruhum şura beynehum” ferman-ı ilahisi; İslam toplumlarında temel bir esas’tır. Ayet mealinde şûra yani meclis teşkilinin Allah’ın emri olduğu bildirilmiştir.
Enes bin Malik; “Ben, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şu buyruğu işittim!
Benim ummetim, dalâlet üzerinde şuphesiz toplanmaz (birleşmez). Bu itibarla siz (ümmetim arasında) bir ihtilaf gördüğünüz zaman büyük Müslüman topluluğundan ayrılmayınız.”
(İbn Mâce, Fiten, Bab 8, Hadis no: 3950)
İşte Hazret-i Peygamber (asm) buyurduğu “ümmetim asla dalalet üzerinde birleşmez” sözü “sevad-ı azam” kavramı ile ifade edilmiştir. Bu ifade günümüzde seçimle ve demokratik cumhuriyetle anlam kazanmaktadır. Yoksa kralların şahsi düşüncesini kanun gören anlayışla bir alakası yoktur.
İstikbalin yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacağına delil olacak ve 108 yıl önce Şam’da okunan bir hutbeyi örnek vermek istiyorum. Yeis ve karamsarlığın başını kesmek ve ümitli olmayı ki; Kuran emridir her Müslüman’a gösteren kuvvetli bir hitabettir.
“Hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacaktır. Kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mâzi düşmüştür. Bunun delili çoktur, işte birkaç tanesi:
1. Hakikat-ı İslamiyet’in kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm terakki etmiştir. Ne zaman ki ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de za’fiyet göstermiş işte o zaman vahşete düşmüş gerileyerek herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere maruz kalmışlardır. Tarih buna şahittir.
2. Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını fiillerimizle göstersek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.
3. Biz Kur’an anlamaya çalışan Müslümanlar, bürhana, delile tâbi oluyoruz. Akıl, fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı fertleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecektir.
4. Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassupları kırılmıştır. Marifet ve medeniyetin güzellikleri bu taassubu ve acımasızlığı yıkmıştır.
5. Papazların ve ruhanî reislerin dayatmaları, baskıları ve ecnebilerin onları körü körüne taklit etme dönemi artık bitmiştir. Hürriyet fikri ve özgürlükler, hakikatleri araştırma meyli sayesinde İslam’a olan düşmanlık azalacaktır.
6. Bizdeki istibdad, baskı ve şeriatın muhalefetinden gelen kötü ahlâkımız engel oluyordu. Tek partili dönemin sona ermesi ve dinsizlik komitesinin dehşetli baskısı zeval bulması ile birlikte hamiyet-i İslâmiye’nin şiddetli feveranı ile kötü ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mani de zeval bulacaktır.
7. Bilim ve felsefenin zaman geçtikçe Kuran’ı tasdik etmektedir. Ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden İslamiyet’e muârız çıkıyordu şimdi Kuran hakikatleri daha güçlü bir şekilde parlamaktadır.
8. İstikbalin Kıta’larında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslamiyet’tir.
9. İslamiyet’e inkılap etmiş ve hurufelerden, tahrifattan sıyrılacak Hristiyanlık İslamiyet’e kuvvet verecek ve Kur’an’a tâbi olacaktır.
10. Evet Kur’anın üstatlığından ve dersinin işaretlerinden anlıyoruz ki: Kur’an’da mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşerin istikbalde terakki edeceğini ve o mu’cizatın nazîreleri istikbalde vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor: “Haydi çalış, bu mu’cizatın numunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! Hazret-i Musa’nın asâsı gibi taştan âb-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy! Bazı enbiyalar gibi şark ve garbda en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medar olmak için demiri balmumu gibi yap! Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm’ın birer mu’cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu’cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız” diyor.
11. Bütün kemalâtın üstadı ve iki milyar insanı bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan İslâmiyet hakikatleridir.
12. İzzet-i İslami’yedir ki, i’lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıftır. Medeniyet-i hakikiye ye girmekle Allah’ın ismi yüceltilebilir. İzzet-i İslâmiye’nin iman ile kat’î verdiği emri, elbette Âlem-i İslâm’ın şahs-ı manevîsi o kat’î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez…”
Vesselam…