Müslüman Zihnin Grup ya da İlke Tercihi
İnsanı sorumlu kılan temel özelliklerin başında onun sahip olduğu yetenekler gelmektedir. Konu hakkında söylenecek en değerli söz bu yeteneklerin insan özelinde en değerli adımları öne almasıdır. Aksi durumda ise, ilkesel bağlılık ile grup dindarlığının çatışma sürecine girip her dönemde ikinci aşamanın öne çıktığı açıkça görülmektedir.
Konu hakkında daha ilk basamakta açıklanması gereken dört küme bulunmaktadır. Bunların ilki; sorumluluk sahibi birey özelinde adına Müslüman dediğimiz muhatabın inanan ve de inançlı vasfıdır diyebiliriz. Bu olgunun hemen ardından gelen şey ise, insanı hem donanımlı ve hem de sorumlu kılan akıl, zekâ ve irade gelmektedir ki, insanın yargılanmasında aslolan yeteneğin irade olduğu açıktır. Bahsedilen konunun üçüncü aşamasında birey ve toplulukların kendilerini aidiyet içinde görüp gösterdikleri grup, cemaat ve topluluğun öne sürülmesidir ki bu tanımlamanın kişi ve toplumlar için daha değerli olduğu açıkça ifade edilmektedir. Ve nihayetinde Müslüman zihnin en değerli vasfı olan ilke, değişmez kural ve örf yapılanması ise konunun son aşamasını belirlemektedir.
Kanaatimizce Müslüman zihnin en belirgin aşamalarının başında gelen kabuller arasında ilkesel birlik, değişen kabul, tarihsel birikim, beşerî tecrübe ve sosyal kazanımlar hatta deneyimler gelmektedir. Hatta değişen kabuller içinde kendisine hâkimiyet kuran toplumsal birikim ve bireysel katkının da olduğu açıktır. Sosyal hayatın değişmez takibinde ise insana düşen asıl vazifenin kişi ve toplumları bağlayıcı olan esasları öne alıp diğer katkıları sürece dâhil etmesidir diyebiliriz.
Gelinen bu aşamada, dinin kuramsal ve de pratik bakımından aslı olan tevhidin ilkesel olarak sistemin başında gelmesi ayrı bir bağlayıcılık, dinsel ve yöresel katkıların insan ve toplumu beslemesi ise daha değişken bir husustur demek gereklidir. Buna göre ilkesel bağlayıcılıkların %5’i geçmemesi ise, bireysel ve toplumsak kazanım ve katkıların öne alınmasıdır diyebiliriz. Sosyolojik birikim ve katkıların elçilerin toplumlarıyla olan ilişkilerinin başında geldiği açıktır. Buna göre dinsel katkının oranlarında değişen hususların tevhit kökenli süreçlerde her daim %5’i oluşturması, tamamlanan ve eksikliği giderilen kabullerin ise %15 gibi bir oranla sistemde öne alınmasını ve hatta %75-80 arasındaki onaylanan gelenek sonrasında ise muhatap kitlenin kendisinden olana daha yakın durduğu bilinmektedir.
Dindarlık ve grupçuluk tercihi dindarlık ve ilkesel kazanımları öne alan tevhit dininde merkezî kabul aşamasındaki bir tercihtir. Bunun yaşanan sürece dâhil olmasından sonra ise kabuller, cemaat, ekol ve mezhepleri öne alan grupçuluğun adeta tek kabule dönüşmesi aşaması yaşanmaktadır. Konu hakkındaki asıl problemin dindarlığın üslup kaynağı seçeneğinin olduğu açıktır. Hatta bu seçim sürecinde olgu ve algı farkının da belirleyici olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. İşin özeli hatta merkezi durumunda olan kabulün tevhit olması ise, din, vahiy ve elçi özelinde devreye giren muhatapların bazı özel tutumlarını da merkeze almaktadır. Oysaki elçilerin bazı değer ve kabulleri genel ilkelerin yaşamını sağlayan sınırlı, sosyal katkı veren hatta bireysel tercih aşamasındaki özel yaşanmışlıklardır diyebiliriz.
Sakıncalı dindarlık tercihlerinin başında gelen olgulardan birisi de ilkesel dindarlığı devre dışı bırakan grup dindarlık yaklaşımıdır. Buna göre böylesi dindarlıkların başında olan kişilerin kutsal kişi modelindeki bireyler olması hatta önder ve şeyhliğin ezeldeki takdire dayanması işin başında devreye sokulmaktadır. Oysaki bu gibi kabullerin adeta duvarı mesabesinde olan vahyin elçiler dâhil hiç kimseyi Allah ve insan arasında aracı kılmadığı tevhidin ana unsurudur. Vahiy denilen bilgi kodunun ilk muhatabı ve de öğretmeni mesabesinde olan elçilerin dahi sistemin yegâne muhatabı olmamasını hatta vahyin anlaşılmasındaki yaşayan katkı ve de unsur olduğu tezini merkeze aldığı açıktır. Aksi durumda örf ve geleneğin din adı altında geleceği esir alması öne geçer ki, bu adımın evrensel din olgusunu yöresel katkı üzerinden yaşanan bir dindarlığa çevirip farklı muhataplar süzgecinde yaşanan hayata yabancı kaldığı söylenmelidir.
Müslüman birey ve toplumları bağlayıcı konuma getiren ilke, örnek ve zaman özelinde açıkça söylenmelidir ki, Müslüman zihin elçi dâhil pek çok örneği sınırlı tarzda tercih etmektedir. Bu oranın esası, Kur’an’ın muhatap olan insanı öne almasıdır diyebiliriz. Unutmamak lazımdır ki, bu işin asıl örnekliği yaşayan insanlardır. Elçilerin bazı örneklikleri sunum merkezinde olmaları bağlamında zaman ve mekân olgusunun değerine işaret sayılabilir. Bunun örneklem sürecinde en çok Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in örnekliklerine değinilmiş olması ise, davet esnasında yaşanan sorunların çözümündeki bazı pratiklerin devreye girmesi demektir. Hemen her kişi özelinde ve zaman bağlamında elçilerin sosyolojisi değil ilkesel kabul ve duyurularının örnek alındığı şeyler de dindarlığın zamanı aşan katkısı hükmündedir. Buna uygun olarak verilecek örnekte çok evliliğin ne sünnet ve ne de miras olduğu bir geleneğin farklı muhataplarının olması hususu, yaşama doktrine edilen bu gibi pratiklerin din değil sosyal kabul olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta kıyafet ve namazın bireysel katkılarının da bağlayıcı ilke hatta sünnet olmadığı açıkça bilinmelidir. Neticede dinin muhatap ve coğrafya ilişkisini bilirsek, ilk örnekler bazındaki asıl katkının neleri öne aldığını da daha yakından bilebiliriz.
Müslüman zihnin bilmesi gerekir ki, akıl ve zekâ hatta irade farklı birikimin somut hatta tespit edilebilen özelliklerindendir. Muhataplık özelinde ise, bireysel ve de toplumsal manada özel kazanıma katkı sunan akıl ve zekânın iradenin besleyici unsuru olması gibi bir katkısının olduğu bilinmelidir. Karar verme aşamasının insan eylemlerini merkeze alan irade sayesinde olması husus da muhatabın özerkliğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur’an’da geçen 800’e yakın ayetin akletmenin detaylarını öne alması hususu, muhatabın fiilî özerkliğine hatta eylemsel serbestiyetine açıkça işaret etmektedir. Diyebiliriz ki akledebilme süreci insanı özgür kılan irade işidir. Zekâ ise akledebilmenin aşamalarındandır. İnsanı sorumlu kılan nitelik olan irade ise sorumluluk alanının yegâne yetkilisidir. Din-birey tercihinin bu aşama olduğu unutulmamalıdır. Beyin ve zihnin diğer ismi olan kalp ise bu manada akledebilmenin mekânıdır. Sübjektif vurgusu öne çıkan kalbin fiziksel bir organı işaret etmemesi durumu, öne alınan irade ve kalp ilişkisinin insan aklıyla bağlantısının olduğu sürece açıkça işaret etmesini devreye sokmaktadır. Netice olarak ifade edilebilir ki, kullanılan kavramların sosyolojik bilinçle ilişkili hatta bağlantılı olması mukadderdir. Bu açıdan kesinlikle bilinmelidir ki, adına tasavvuf da denilen gizemli örgütsel kabuller işin merkezine kalbi sokmakla ilkesel bağlılığa değil önceden belirlenişe yer açmaktadır.
İnsanoğlu, ilahî tezahürler bağlamında hayat bulan muhatap sınıfın güçlü ve tek varlığıdır. Bunun en yakın ortağı ve de örneği de ise şeytandır. Zira ilk yaratılışta melek, cin ve şeytanın insana itirazları bilinirse, insanı kalıcı, değerli hatta kazanıma muhatap olan değerlerinin kazanım ve dahi somut nitelikleri üzerinden devreye girmesi budur diyebiliriz. Buna göre meleklerin sadece iyilik yapan varlıkların otomatik özellikleriyle açıklanması, şeytanın ise sadece kötülük yapan varlık niteliğiyle otomatikleşmesine yer açmaktadır. Cinlerin ise iyilik ve kötülüğü yapabilen ayrı bir varlık türü olması hatta insanla ilişkisinin olmamasını öne almasına neden olmaktadır. Oysaki insanın dile getirildiği her durumda iyilik ve kötülüğün tercihli varlığına işaret etmesi, fıtrat, akıl, vahiy/elçi ve iradenin 4/5 gibi bir orana işaret ettiği son derece açık bir öneridir. Kötülüğün ise sadece insanın seçimi bağlamında 1/5’e işaret etmesi ise, insanın çabası bağlamında olup hakikati bulma sürecinde nelerin kazanıma öncelik verildiğini ortaya koymaktadır.
Gelinen bu noktada açıkça ifade edebiliriz ki, dinin öğrenme hatta yaşanma süreçlerinde devrede olan hususlardan vahyin %1 gibi bir orana tekabül edip 25 elçinin örneklenmesi bağlamında bazı uygulamalarının devreye alınıp açıkça değinilmesine işaret etmektedir. Bu noktanın elçi örnekliği bağlamında insanın örnekliğine hatta mücadelesine açıkça işaret ettiği ortadadır. Bunun başında ise Yüce Allah’a olan güvenin ilk örneklemle olan bağlantısına hatta kazanımına değinilmektedir. Dinin öğrenme süreçlerinde ikinci orana işaret eden beşerin donanımından çıkan öğrenme süreçleri ise akıl, zekâ ve iradenin mutlak manada bir kazanım hatta muhataplık olgusuna işaret etmektedir. Neticede devrede olan olgusal durumun beşerin yaratılış nitelikleri olması ise tevhidin yani inancın merkezde olup inkârın oranının düşük olmasına açıkça işaret ettiği ortadadır. Zaman içerisinde tevhidin ana niteliğini kaybedip aracılık üzerinden Tanrı’ya ulaşan sisteme dönüşmesi ise, dindarlığı merkeze alan insanlık özelinde adeta %80’e varan bir geleneksel dindarlığı merkeze almayı gerekli kılmıştır diyebiliriz. Bilinmelidir ki, beşerin reddi anlamına gelen küfrün en fazla %1-5 arasında değişmesi de insanlık özelinde gelişen ayrı bir dindarlığa açıkça işaret etmektedir. Galiba beşer dindarlığının merkezi konumunda olan şirkin sistem içerisinde öne çıkan bir değişime işaret etmesi, kutsal metinlerin insan bağlamında neyle mücadeleye açık olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yaşanılan pratikler bağlamında beşer seçimi üzerinden muhataplık niteliği denilmesinin yanında, yaşanılan hayata katkı sunacağına da inandığımız şeylerin olması, Müslüman zihnin asıl tercihinin “ilke kabulü” olduğu hususların başında vahyin gelmekte olduğunu öne almaktadır. İkinci aşamada ise, örnekliğe işaret eden “elçi yaşanmışlıkları” değinmektedir demek durumundayız. Üçüncü noktada ise, devreye giren hususun “coğrafî kabuller” yani kıssa anlatımı olması muhtemeldir. Bize göre bu muhataplığın dördüncü aşamasını ifade eden şeylerin başında “geçmişin tutumundaki kavrama” gibi anlaşılmasının yanında, yaşanabilir olanın zamana taşınımını önemseyen ve dahi devreye giren bir dindarlık niteliğidir. Bu noktanın hemen ardından gelen hususun da yarına katkıyı merkeze alan “günü değerlendirme becerisi” olması, sistemi anlamamıza açıkça katkı sunacaktır diyebiliriz. Unutulmamalıdır ki, insanlık özelinde dindarlığı merkeze alan hususların başında ise “yaşanabilir olan katkıları sunma iradesi” denilen bir dokunuş öne çıkmaktadır. Bu öne çıkış olgusunun yedinci aşamada dün, bugün ve yarının örneklik seviyesinin işlevsel kullanımını yaşanan ve dahi yaşanabilen örneklikler bağlamında sunulması son derece etkin olan bir dindarlığa kapı aralamaktadır. Ve netice aşamasında son olarak dinin katkı düzeyi seviyesinde hayata tutunan ve dahi onun muhataplık değerine işaret eden bazı kazanımlar olduğu bilinmelidir. Buna göre insanın fıtratına dokunma becerisiyle yol alan uyarıların örneklik yeteneği seçiminde son derece etkili olan bir kazanıma işaret ettiği unutulmamalıdır.
İnsanoğlunun hayat ölçüsünü devreye sokmakla kalmayıp onu varlıkların önüne çeken sorumluluk ve yetkinlik bağlamında gelinen bu aşama, muhatapları merkeze alma sürecinde devreye giren açıklık niteliği üzerinden giderek bizlere katkı sunduğu bilinmelidir. Bu yaklaşımın insan ve din muhataplığının beşer kazanımları üzerinden son derece güçlü hatta kalıcı örnekliklere yardım ettiğine açıkça işaret etmektedir. Gelinen bu noktada, vahye bağlı olan her dindarlığın tıpkı elçiler örnekliğinde olduğu gibi kabul edilen bir dindarlığa işaret etmesi de yaşanabilir olan dinin psiko-sosyal kazanımını öne almıştır diyebiliriz.
10 Aralık 2022
0 Yorum
162 Görüntülenme
Müslüman Zihnin Grup ya da İlke Tercihi
tarafından Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş
Müslüman Zihnin Grup ya da İlke Tercihi İnsanı sorumlu kılan temel özelliklerin başında onun sahip olduğu yetenekler gelmektedir. Konu hakkında söylenecek en değerli söz bu yeteneklerin insan özelinde en değerli adımları öne almasıdır. Aksi durumda ise, ilkesel bağlılık ile grup dindarlığının çatışma sürecine girip her dönemde ikinci aşamanın öne çıktığı açıkça görülmektedir. Konu hakkında daha... Devamı