ŞURA, İSTİŞARE FARKI
“İnsan medeni-i bittab olduğundan hemcinsiyle teşrik-i mesaiye muhtaçtır.”
İçtimai mücadele ya da tesanüd içerisinde insanların birbirleriyle müşaveresi ve ortak hareketleri daima olması gereken bir hâl, daha doğrusu insanın “içtimai bir mahluk” olmasıyla alâkalıdır. Demek ki şûra veya müşavere sadece İslâmî bir mefhum değil, sosyal mevzularda bütün taraflarca daima müracaat edilen bir usûldür.
Sadece müslümanlar değil, “ehl-i dalalet” de birbirleriyle müşavere etmek ihtiyacını hissederler ve çok zaman bunu hakkıyla ( kendilerince ve “samimi olarak” yerine getirdiklerinden muvaffakıyetle) yaparlar. Bazı çevreler “Efendim!.. Şûra gibi bir İslâmî kavramı harcamayalım. Bizim şûra üyesi olacak ehliyetimiz yoktur.” derken, meseleye vâkıf olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. (1)
Eğer, “Bizim bütün müslümanları bağlayıcı karar selahiyetimiz yoktur; çünkü ne ehl-i ve’l-aktız, ne de mü’minlerin emiriyiz!” deseler, o zaman haklıdırlar. Zira “ Müşavere emir için evleviyetle vacibdir.” (İslamda İdare Hukuku, Servet Armağan)
Istılahî lügatların verdiği mâna şöyle: İstişare kelimesi, işaret masdarı “ilâ” ile kullanıldığı zaman “el veya göz yahud da kaş ile imâ etmek” mânasına gelir. Aynı kelime “alâ” ile kullanıldığında ise “emretmek ve re’y vermek” mânâsını ifade eder. Bu anlamda müşavere işaret almak demektir. Müşavere, şivar, meşveret, meşûra, meşvûra; aynı kökten müştak kelimeler olup “danışıp işaret almak, rey almak ve bir mesele hakkındaki görüşünü sormak” mânâsınadır. Toplanıp meşveret eden cemaate (ehl-i sünnete) şûra denilir(2).
Meşûra kelimesi ise teknik istişare mânâsındadır. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine müracaat etmeyip bizzat istişareye ehil olan kimseleri seçmek ve ihtisasa hürmet etmek”haklı” istişarenin şartlarından biridir. Herhangi bir problemle karşılaşan kimse; o problemini çözecek tahsil seviyesine sahip ve tecrübeli şahıslara öncelik verir. İşte bu fiile meşûra (teknik istişare) denir.
Herhangi bir hastalığa tutulan kimse için de aynı usûl cari değil midir? Mutlaka ihtisas yapmış bir doktoru tercih etmelidir. Demek ki bir meslek grubunun birbiriyle yaptığı danışma meşveret değil, meşuradır. ( Belli bir ekonomi ya da neşir çalışmasına meşveret namı verenlerin kulakları çınlasın.) Zira Üstad Bediüzzaman (R.A)ın “Kardeşlerimle haklı bir meşverete muhtacım.” şeklindeki ifadesindeki meşveretten kastın “teknik meşûra”değildir, “ tarz ve tatbik” noktasından fikir almaktır. ( Kastamonu Lahikası)
Allahû Teâla (cc) ihtisas sahibi kimselerden faydalanmanın şeklini anlatmak üzere; Sebe Kraliçesi Belkıs’ın, çevresindeki ileri gelenlerle (mele topluluğu) nasıl müşavere ettiğini haber vermiştir: “(Süleyman, Hüdhüd kuşuna hitaben) dedi ki; ‘Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan ayrıl ve onların verecekleri cevabı bekle. (Sebe Kraliçesi) dedi ki; ‘Ey Mele (ileri gelenler topluluğu), bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O muhakkak Süleyman’dandır ve şöyle (demekte)dir: Rahman ve Rahim olanın (Allah’ın) adıyle. Bana karşı baş kaldırmayın. Allah’a teslimiyet göstererek bana gelin! (Kraliçe) şöyle devam etti: ‘Ey Mele!.. bana bu meselede akıl (rey) veriniz. Sizin şâhid olmadığınız hiçbir emirde (umumla ilgili meselelerde tek başıma) karar vermem. (Onlar-mele topluğu- düşünüp, şöyle) Dediler: ‘Biz güç ve kuvvet sahipleri, çetin savaş erbabıyız. Emir sana aittir. Bize ne emredeceksen emret! (Kraliçe) Dedi ki: ‘Şüphesiz ki hükümdarlar bir memlekete girdiklerinde orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, (elçiler) ne ile dönecekler bakayım. Bunun üzerine vaktâ ki (o gönderilen heyet) Süleyman’a geldi. (Süleyman) dedi ki: ‘Siz bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? İşte Allah’ın bana verdiği (ni’metler ki onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Dön onlara!.. And olsun önüne geçemeyecekleri ordularla gelir, onları hor ve hakir oldukları halde, oradan (memleketlerinden) çıkarırım. (Sonra Süleyman) Dedi ki: ‘Ey Mele!.. (İleri gelenler topluluğu) onun tahtını kendileri (Allah’a) teslimiyet göstererek gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir? Cinnilerden bir ifrit: ‘Sen makamından kalkmadan ben onu (tahtını) sana getiririm. Buna da muktedir ve eminim dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan (zât, Asaf b. Berhiya): ‘Onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm. Vaktaki (Süleyman) tahtı yanında durur bir halde gördü: \’Bu, dedi, Rabbimizin fazl-u lûtfûndandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan ettiği içindir. Kim şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim (onun şükründen) tamamen müstağnidir. (Hem o) Hakkı ile kerem sahibidir.”(3)
Dikkat edilirse Sebe Kraliçesi’nin çevresinde bir müşavere heyeti (mele topluluğu) vardır. Güneşe secde eden bu topluluk, siyasî ve sosyal problemlerini “şura yoluyla” çözme gayretindedirler. Ayette geçen “mele”, toplumun seçkin ve mümtaz kesimini ifade içindir. Hz. Süleyman (as)’ın çevresinde de bir “müşavere heyeti” vardır. Cemiyeti alakadar eden meselelerin müşavere yoluyla çözülmesi faydalı bir usûldür. İman veya küfürle bir ilgisi yoktur.
Nitekim Fir’avn’un; Hz. Musa (sa)’ya karşı mücadele verirken, çevresindekilerle sık sık müşavere ettiği sabittir. Fir’avn’un çevresindeki ileri gelenler (mele topluluğu), Hz. Musa’nın (as) öldürülmesini, değişik sosyal sebeplerle kabul etmezler. Fir’avn onları ikna etmek için şunları söyler: “Fir’avn: ‘Bırakın beni (izin verin), dedi, Musa’yı öldüreyim. (Varsın o) Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum.”(3)
Cahiliyye döneminde mekke müşrikleri, karşılaştıkları bütün problemleri, müşavere yoluyla çözüyorlardı. Dar’un Nedve’de şura meclisini yöneten şahıs Yezid b. Zema b. Esved idi. Kureyş’in yönetiminde ona verilen görev, şurayı faal hale getirmektir. Nitekim Allame Zemahşerî, “İş hususunda onlarla müşavere et”(Âl-i İmrân sûresi:l59) meâlindeki âyeti tefsir ederken, bu hususa geniş yer vermiştir. Kelime-i şehadet getirerek “tevhid mücadelesine” katılan Kureyş’lilerin, daha önceden müşavere usûlünü bildikleri üzerinde özellikle durmuştur.(4)
Şurası muhakkaktır ki; gerek aileyi, gerek cemiyeti ilgilendiren mevzularda müşavere etmek nassla sabittir. İslâm dini, müşaverenin alanını tayin ve tesbit etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de: “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Bu) emmeyi tam yaptırmak isteyenler içindir. O (annelerin) ma’ruf şekilde yiyeceği ve giyeceği (nafakası), çocuk kendisinden olan babaya aittir. Kimse güç yetiremeyeceği bir şeyle mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun babası, o çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibisidir. Eğer (anne ve baba) aralarında anlaşarak ve müşavere ederek, çocuğu memeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de günah yoktur.”(5) hükmü beyan buyurulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’deki sûrelerden birisinin ismi, Şûra’dır. Mü’minler arasındaki velâyetin neticesi olarak müşavere daima gündemde kalmıştır. Hatta işlerini müşavere yoluyla çözmek, mü’minlerın vasfı olarak zikredilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: “Size verilen şey, hep bu dünya hayatının geçici birer faidesidir. Allah’ın katında olan ise daha hayırlıdr, daha süreklidir. (Bunlar) iman edip de, ancak Allah’a güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman derhal (kusurları) örtmekte olanlara, Rabblerinin (tevhide ve ibadete dair) dâvetine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara; ki bunların işleri aralarında müşavere iledir, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (İslâm için) harcamakta bulunanlara, kendilerine tegallüp ve zulüm vâki olduğu zaman, hep birlikte mazlûma yardım edenlere mahsustur.”(6) hükmü beyan buyurulmuştur.
Müfessirlerin cumhuru, bu âyet-i kerimenin Mekke’de inzal buyurulduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla İslâmî bir devletin; henüz gündemde olmadığı bir zaman, ki bunların işleri aralarında müşavere iledir denilerek, mü’minler övülmüştür. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav): “Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşavereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâla (cc) müşavereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı. Mü’minlerden her kim istişare ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşavereyi terkederse hatadan kurtulamaz.”(7) buyurmuştur.
Şurası unutulmamalıdır ki; mü’minler birbirinin velileridir ve meselelerini istişare ederler. Gerek devlet, gerek cemaat planında; mü’minlerin işlerini üzerine alan kimse (emîr), kaba ve katı yürekli olmamak durumundadır. Ayrıca müşavere usûlüne riayet etmek mecburiyetindedir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Resûl-i Ekrem (sav)’e hitaben “(O vakit) Sen Allah’tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah’dan da) günahlarının affolmasını iste. İş hususunda onlarla istişare et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever.”(8) hükmü beyan buyurulmuştur.
Tefsir-i Taberi’de: “Buradaki istişareden maksadı Resûl-i Ekrem (sav)’in sahabesinin reyine kıymet verdiğinin anlaşılması ve İslâmî mücadelede onlardan yardım istediğinin bilinmesidir” hükmü yer almaktadır. İbn-i Murdeveyh’in Hz. Ali (rha)’dan rivayet ettiğine göre; Peygamberimize (sav) bu âyette geçen azm’in mânâsı sorulmuş, bunun üzerine şu şekilde izah etmiştir: Azm’den maksad; rey sahipleriyle istişare etmek ve onların görüşlerine uymaktır.”(9) Dolayısıyla “Müşavere heyetinin vardığı sonuç, mü’minlerin emirini bağlayıcıdır” diyen fûkaha, bu hadise dayanmıştır. İmam-ı Kurtubî; istişare hususundaki nassları izah ettikten sonra; “istişareyi terkederek zorbalığa meyleden imamın azledilmesi gerektiğini” beyan etmektedir. Müftabih kavil budur(10). Ama bu kararı alan topluluğun da o sahahnın mütehassısı olma mecburiyetleri vardır. Bir saatı tamir etmek için terziye gidip de onu dikmesini istemek zaten belahatin taa kendisidir. ( Said Nursi, Muhakemat)
Mü’minler herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; önce o mesele ile ilgili kat’i nass bulunup bulunmadığını araştırmak mecburiyetindedirler. Eğer kat’i nass mevcut ise, işittik ve itaat ettik demeleri farzdır.(Semi’na ve ate’na!)
Eğer kat’i nass mevcut değil ise, ilim ve takva sahibi kardeşleriyle müşavere etmeleri gerekir. Zira Hz. Said b. Müseyyeb (ra)’dan rivayet edildiğine göre; Hz. Ali (ra)’nın “Kat’i nass bulunnıayan meselelerde nasıl hareket edeceklerine” dair suali üzerine Resûl-i Ekrem (sav)’in: “Mü’minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişare ediniz. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyiniz.” buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla umü’minlerle müşavere etmek ve şura yoluyla meseleleri çözmek bir vecibedir. Bu vecibeyi yapıyor gibi görünüp de türlü akıl çelmelerle karar aldırtmanın adı da tek adamlık tek reyle hareket demek değil midir? ( Fe’tebiru)
Bu izahlardan açıkça anlaşılıyor ki kul hakkının üzerinde, Kur’anî ya da Hadisî nassların zıddına bir fiil için istişare yapılamaz. Ya da usuliddinin en üzerinde olan bu iki temel kaynağın tersine alınan bir istişare kararına – bile bile- uymak hakikatı “örtmek”tir, o kararı tatbik etmek ise mesuliyeti muciptir.
Bediüzzaman Hazretlerinin bütün izahları da bu merkezdedir; zaten tersini düşünmek İman-İslam Dâvası için 28 sene esaret ve zindan hayatını tercih eden bir Mürşid-i Kamil’e ( Müceddid’e) “bühtan-ı azim”den başka ne olabilir?
KAYNAKLAR
( 1) Arabi lügat…
(2) Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, Şûra ve Rasûlullah’ın Müşaraveresi, İst. 1984, İnkılâb Yay., sh.17-19.
(3) Neml sûresi: 27-40.
(4) Mü’min sûresi: 26..
(5) Bakara sûresi: 233.
(6) Şûra sûresi: 36-39.
(7) İslam Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet s. 172
(8) Â1-i İmrân sûresi:159.
(9) İbn-i Kesir, Tefsirû’I-Kur’ân’il-Azim, Beyrut 1969, c. I, sh. 420.
(10) Imam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi’I-Kur’ân, Kahi• re 1967, c. IV, sh. 249 vd.