TEVHİD MEŞALESİ- 1
İbrahim yedi yaşında. Ama ona Rabbi tarafından “rüşd” (kemal, olgunluk) verildiğinden yirmi yaşından büyük gösteriyor; muhakeme gücü de aynı çağlarda…
Rabbini tahkikten sonra ona Allah’ın varlığı ve vahdetinin vahyinden sonra
ilk suhuf gönderiliyor…
O suhufundan olan külli hakikatı sonradan Urfa’dan Mısır’a hicretinden önce inanan ümmetine şöyle aktarmıştır İbrahim Aleyhisselam:
Zamanın birinde bir sultan. Öyle bir sultanata sahipti ki malik olduğu “hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli pek acaib defineleri varmış.” Ayrıca sınırı olmayan, eşsiz ve güzel sanatlara meyli ile derin bilgisi var.
Günün birinde, her şeyin sahibi olan sultanı, idarecisi ve sanatkârı olan devlet başkanı, tebası ve uyruğuna saltanatının haşmet ve zenginliğini, baysallığını ahaliye bildirsin.
O muhteşem eserlerin mücevherle donattığı sarayı yapmasındaki gayesi ise ona tabi olanlar sonsuz güzellik ve olgunluğunu iki bakımdan seyretsinler.
Bu seyretme şekillerinden biri bizzat, bütün incelikleri gören başarıyla görüp kendine has şekilde şahit olmalıdır izzetine şayan. Diğeri ise uyruğu olan diğer varlıkların nazarıyla baksın bütün hikmetli ve sanatlı mahlukatına.
O sarayı “şahane bir surette” dairelere, bölümlere taksim ederek faydalı fenlerinin incelikleriyle düzenleyerek ve ilimlerinin mucizeye benzer eserleriyle donatarak bütün etbaının istifadesine sundu.
Ardından bütün insan gruplarına layık birer sofra açtı, donattı; hadsiz kıymetli yiyecekler sundu onlara. Memleketinin dört bucağındaki kimseleri, o sarayı ve ziyafet sofralarını seyretmeye, incelemeye davet etmek üzereyken…
Çok “kerim” (maddi ve manevi bakımdan cömert) bir yaverini sarayın faydalarını ve donanımlarının manalarını bildirmek için onu tarif edici üstad tayin etti. O sarayın, sofralarını donanımların saray sahibinin sonsuz izzetine hangi açıdan işaret ettiğini bildirmesini istedi. Ayrıca sarayın protokol kurallarıyla örfünü tanıtması ve talim etmesini arzuladı, irade etti.
*
İşte, o tanıtıcı ve bildirici Üstad’ın sarayın her dairesinde bir vekili bulunuyordu. Kendisi dairelerin açıldığı en büyük sofada “şakirdleri” içinde durmuş onunla birlikte ben de sizlere diyorum ki buyurdu İbrahim (as):
“ Ey ahali, ey ümmet-i icabe (Tebliği kabul eden ümmet)! Şu sarayın sahibi olan sultanımız, bu görünenlerin açıklanmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Hem de şu süslü sanatlarla kendini size sevdirmek istiyor. Siz de onu tanıyıp sanatını takdir ve işlerini hayranlıkla karşılayarak kendinizi ona sevdiriniz. Ayrıca size verdiği nimetlerle şefkatini, merhametini gösteriyor. Siz de şükür ile ona hürmet ediniz.”
Bunu duyan halk iki güruha ayrıldılar. Onlardan biri aklı başında, kalbi yerinde olduğundan o sarayın içindeki muhteşem donanımlara baktıkları zaman,
“Bunda büyük bir hadise var.” diye düşündüler.
Bu inşa edilmiş saraylar, köşkler boşuna değil; adi bir oyuncak değil. Bu yüzden,
“ Acaba bu sır nedir, sarayın müştemilatı nasıl?” diye düşünürken o tarif edici üstadın nutkunu ve davetini işittiler. İdrak ettiler ki o sarayın inşasının sebebi ve esrarı onun varlığıyla, hatta bu nutkuyla ilgilidir. Bu talihli güruh ona doğru gidip,
“ Esselamü Aleyke Ya Eyyühel Üstad! Bu ihtişamlı sarayın, Senin gibi sadık ve müdakkik bir tanıtıcısı vardır. Seyyit ve sultanımız sana ne bildirmişse bize ilet.”
Dinleyip aynen davrandılar. Onların bu edepli amel ve vaziyetleri padişahın hoşuna geldiğinden onları kat kat muhteşem ve hususi, betimlenemeyecek diğer bir sarayına davet etti.
İkinci bölük insan ise tam tersi bir vaziyette, o üstadı dinlemeyip nefislerine mağlup oldular, o üstadın tariflerinden ve herbir odadaki “şakirt”lerinin ikazlarından kulaklarını tıkadılar.O şan sahibi melikin koyduğu ilkelere karşı kuraldışı hareketlerde bulundular.
Saray sahibinin askerleri de onları yakalayıp edepsizliklerine bir zindana attılar.”
*
Bunu dinleyip derin derin düşünen ümmeti ufak bir kabile halinde yayan yapıldak hedeflerine yürüdüler.
Çöl ve düzlüklerden sonra yolları yokuşa sarınca İbrahim Halilullah (as) önlerinde uzanan tepelere göz attı.
“Bunlar hangi tepeler acaba?” dedi. Yanındaki müminlerden en yakınında olanı:
“İzciyim ama ben bile bilmiyorum.” dedi diğeri.
“Nasıl öğrenebiliriz?”
“Birine soralım en iyisi…” diye konuştu öbürü.
Az ilerde bir bostan. Bostan evinde belki birileri olabilirdi. En iyisi oraya varıp sormaktı.
Sorunca öğrendiler ki Ken’an iline varmışlardı.
Mehmet Nuri Bingöl