Din İle Varlık Sınırında Kapı Açmak
Din, insan fıtratındaki sancının varlık sınırında açtığı kapıdır.
Balçığa bulanmış insan, “burada”dır ama varlık yapısını temizlemek, “topraktan Allah’a gitmek”, dünya ve hayatın boynuna kutsallık kemendini asıp onları “uhrevi” kılmak için sürekli bu kapıdan geçmeyi arzular.
Buradan kaçış arzusunu hep içinde taşır…
Tıpkı sarkaç gibidir onun ruh dünyası…
Varlık sınırının Araf’ında salınıp durur. Ta ki, varlık atölyesinde özüne işlenmiş arzusunu, kudret sahibine teslim edinceye dek…
Spinoza, insan arzu, Tanrı ise kudretten ibarettir, der.
İnsan, sanat arzusunu, açtığı din kapısından geçirerek kudretli kılmak ister.
Bu yüzden sanat ile din dert arkadaşıdır ve arasındaki ilişki yer ile gök arasındaki yolculuk gibi miracını içinde taşır.
Sidretü’l-Münteha’ya olan yolculuğunda sanatçı, sırtındaki varlık yükü hafifledikçe yeryüzünden daha çok uzaklaştığını ve maveranın aydınlığına, güzelliğine, kutsallığına ve sıcaklığına daha fazla yaklaştığını hisseder.
Ve “var olanın” kötülüğe ve eksikliğe mahkûm olduğuna inanır.
Bu mahkûmluğun garibi olan insan, karanlık ve çirkin, sıkıcı bulduğu, kendi evi olarak hissetmediği bu mekândan nefret eder; kendisini gurbette görür ve buradan kaçmayı içinden geçirir.
Bu âlemin yabancısıdır, firar yorgunudur…
İşte din, bu kaçısın hikâyesini peygamberler aracılığıyla yazar.
Ve insanlar, bu yazılan hikâyenin kahramanlığını dünyada “var olmayan” şeylerle, sanatla, “niçin?” sorularına verilen cevaplarla gösterir.
Din, “olması gereken” başka bir dünyaya geri dönmek, “buradan dışarı çıkmak” gerektiğini sürekli ifade eder.
Mavi gök, bu çıkışın hep kutsal ana kapısı olmuştur.
Gökyüzünün yanı sıra deniz niçin hep kutsal düşünülmüştür?
Niçin denizin ortasında yeryüzünün hep su olduğu, gökyüzünün de hep gök olduğu yerlerde bu dünyadan uzaklaşarak başka bir dünyaya yaklaştığımız duygusu içimizde güçlenir?
Bu dünya hepten gökyüzü olup alttan da dörtte üçü su olmasına karşın ona niçin “aşağılık topraklık” adı verilmiştir?
Niçin? Niçin? Niçin?
Niçinler, yaşamın anlam ve amacını açığa çıkaran insan içgüdüsünün manevi dünyaya yönelişinin Araf’ı, din ise kapısıdır.
Herkes bu kapıdan giriş vizesine sahiptir.
“Niçin”i olan kimsenin “nasıl”larla sorunu olmaz.
“Niçin?” sorusu hayatın anlam ve gayesine yönelik cevabı, “nasıl” sorusu ise bu cevabın yol ve yöntemini belirler.
Din bu yöntemin iç güdüsel kaynaklı ulvi yöntemidir.
Zira dinsel duygu ve eğilim insan iradesi ve düşüncesinin yaratması olmayıp içgüdüsel bir eğilimdir.
Dinin içgüdüsel bir olgu olduğunu nasıl anlayabiliriz?
İçgüdüsel olan bir şeyde iki özellik vardır. Bunlar tekrarlama ve sürekliliktir. Dinsel duygu ve eğilimde her iki özellik de bulunur.
Buna göre, dini duygu içgüdüseldir. Kur’an’ın ifadesiyle, insanın fıtratı, yazgısı ve yapıtaşında bulunan bir şeydir.
Dini duygunun içgüdüsel oluşunun ispatında tarih en önemli yardımcı unsurdur.
Arkeoloji ve tarih öncesi bize göstermektedir ki, insanla ilgili olan her türlü eserde tapınmanın izleri bulunur.
İspanya mağaralarında bulunan ve MÖ otuz üç bin yıl öncesine ait olduğu sanılan ve insanla ilgili en eski kalıntılar, insan hayatında bir mabuda tapınmanın her zaman var olduğuna işaret eder.
Ayrıca bu kalıntılar, insan yaşamıyla ilgili olarak ortaya çıkan en eski olgunun tapınma olgusu olduğunu da gösterir.
Şu halde dini duygu, hem insanın toplumsal duyguları arasında en eski olanı, hem de zamanımıza kadar bir kırılmaya uğramadan devam eden, insanın yaşadığı her tür ortam ve yerde tekrarlanan bir olgu olması sebebiyle içgüdüseldir.
Böyle bir duygunun olmadığını varsayarak ilahi mabudu insanın ruhundan çekip almak, insanın içine düşüp kaybolacağı ruhsal bunalımdır.
Gerçekten tabiatsız Allah, tapınaksız yeryüzü ne kadar korkunç! Allah’ın olmadığı tabiat, ne kadar ruhsuz, ahmak ve soğuk bir ev, tapınağın olmadığı yeryüzü ne kadar gamlı ve yaslı bir mezarlıktır…