Ayasofya Aynasında -Hikâye
MEHMET NURİ BİNGÖL
Gece, İstanbul’un üzerine bir heyula gibi çökmüştü. Lodosun taşıdığı deniz kokusu, Ayasofya’nın taş duvarlarına sinmiş, minareleri ve kubbeleri sarıp sarmalamıştı.
Ahmed Nureddin, kalabalık meydandan adımlarını yavaşlatarak geçiyor, gözlerini bu kadim mabedin ihtişamına dikiyordu. İstanbul’a, amcasıyla birlikte gelmesinden sonraki fakülte eğitiminden beri nice defa gelmişti buraya ama bu gece hissettikleri pek farklıydı. İçinde tarifi güç bir davet vardı; sanki geçmişten, asırlardan bir ses ona sesleniyor, “Gel, burada seni bekleyen sırlar var,” diyordu.
Avluya adımını attığında, kandillerin ışığında farklı hayatların birbirine dokunduğu bir mekâna girdiğini hissetti. Sessizlik yoktu; hayatın farklı sesleri, birbirine karışmış bir senfoni gibiydi.
Mihrap önünde oturan yaşlı bir hatip dikkatini çekti. Sesi titrek ama derinden geliyordu. Kur’an okuyordu. Ahmed Nureddin yaklaşınca, adamın gözlerinin görmediğini fark etti. Yine de yüzünde öyle bir nur vardı ki, insan bakmaya doyamıyordu.
“Selamünaleyküm,” dedi Ahmed.
“Aleykümselam evladım,” diye cevapladı adam. Sesinden derin bir huzur yayıldı etrafa.
“Siz, bu gece burayı bambaşka bir mekân kıldınız.” Yaşlı hatip gülümsedi: “Ben değil evladım, Kur’an’ın kendisi. Benim gözlerim görmez ama kalbim görür. Adım Mustafa’dır. Sana da bir nasip var gibi görünüyor.”
O sırada yan tarafta defterine notlar alan bir kadın fark etti. Sade bir pardösü giymiş, yanında tarih kitapları vardı. Ayasofya’nın mozaiklerini inceleyen bir akademisyen gibiydi. Ahmed ile göz göze geldiler.
” Ayasofya’nın arkeolijik özelliklerini mi yazıyorsunuz?” diye sordu Ahmed.
Kadın başını salladı: “Evet. Her taşın, her motifin bir dili var. Ama bazen düşünüyorum, bütün bu taşlar bize bir şeyler anlatıyor, biz ise hala kulaklarımızı tıkıyoruz.”
Ahmed gülümsedi: “Belki de dinlemenin metodu u bilmiyoruzdur; bize bu teknik unutturulmuş, ülfet hastalığı salınmıştır kalbimize.”
Caminin köşesinde genç bir delikanlı, telefonuna gömülmüş oturuyordu. Ahmed yanına gidip selam verdi: “Selam evlat, ismin nedir?”
“Selim,” dedi genç. İstanbul’a yeni geldim, okuyorum ama bazen her şey manasız geliyor.”
“Belki de o anlam, taşlarda değil, kalbinde saklıdır” dedi Ahmed. O sırada kapının önünde küçük bir kız koşuşturuyordu. Elinde mendil paketleri vardı. “Ablalar, abiler, mendil ister misiniz?”diyordu Ahmed bir paket mendil aldı, küçük kıza baktı sonra:
“Adın ne senin?
“Zehra, dedi çocuk. Annem hasta, ben çalışıyorum.
**
O gece Ahmed, mihrap önünde otururken gözleri dalmaya başladı. Rüyasında Ayasofya’nın içinde değildi; dışarıda, fetih günü İstanbul’un kapılarında bir askerin yanındaydı. Zırh giymiş bir yeniçeri seslendi:
“Ben Hüseyin Paşa. Bu şehrin kapılarını zorladığımız günlerde yüreğimizde tek bir şey vardı: Secde. Bu şehri güçle değil, dua ile fethettik. Sen de unutma, evlat! Bu şehrin sırrı secdede saklıdır.
Ahmed irkilerek uyandı. Önünde Mustafa Efendi hala Kur’an okuyordu, Leyla not alıyor, Selim dalgındı, Zehra kapıda uyuyakalmıştı. O an anladı: Allah, ona yeni insanlar göndermişti. Her biri bir hakikati gösterecekti. Ve Ahmed Nureddin, hayatının bundan sonra yalnız yürümeyeceğini fark etti.
Sabah ezanıyla birlikte Ayasofya’nın kubbeleri titrercesine yankılandı. Mustafa Efendi, Ahmed’e yaklaşarak:
“Önce kalbinin perdelerini aralamalısın. Kitaplarla, taşlarla uğraşmışsın, ama kalbini dinlememişsin. Gel, sana Risale’den bazı satırlar okuyayım. Kalbe açılan pencereyi orada bulursun.”
VAhmed derin bir nefes aldı. Leyla hala not alıyor, Selim sessiz, Zehra ise uslu bir şekilde bekliyordu. Ahmed içinden şöyle geçirdi:
“Rabbim, bana dört farklı ayna sundun. Biri imanla gören Mustafa Efendi… Biri akılla arayan Leyla… Biri kaybolmuş genç Selim… Ve biri masumiyetin dili olan Zehra… Hepsi bana bir şey söyleyecek.”
Sabahın erken saatlerinde Ahmed, Selim’i yanında yürürken Eyüp Sultan’a doğru ilerledi. Sessizlik hâkimdi, sadece martıların çığlıkları ve dalgaların kıyıya vuruşu duyuluyordu. Türbeye vardıklarında, Selim gözleri nemli:
“Ben… uzun zamandır böyle hissetmemiştim. Sanki içimde bir şey kıpırdadı. Ama bilmiyorum, ben çok günaha battım. Allah beni affeder mi?”
Ahmed gülümsedi:
“Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur. Önemli olan dönmeyi istemendir. Her insan düşer, ama secdede yeniden kalkar.”
**
Yine bir kış sabahı, Ahmed yıllar önceki lise günlerini hatırlatarak Fatih Camii’ne geldi. Yanına Selim ve eski dostları Müslim de katıldı.
Üçü, Fatih’in kubbeleri altında geçmişin sohbetlerini, kaybolan gençlik hatıralarını ve kendi ruhani yolculuklarını yeniden paylaştılar. Ahmed not defterini açıp satırlar diliyle onunla sohbet etti:
“Dostluk, zamanla değil, aynı hakikati aramakla devam eder.”
Selim başını salladı, Müslim gözlerini kapattı ve mırıldandı:
” Öyleyse, yolumuz yine burada birleşiyor.”
İstanbul’un kadim sokakları, Fatih’in kubbeleri ve eski lise günlerinin izleri, üç dostun yolculuğunda yeni bir perde açıyordu.
Her köşe başı bir manaydı, her mezar taşı bile onlara hakikati fısıldıyordu; her adım bir öğrenme, bir yeniden doğuştu sanki.

21 Ağustos 2025
0 Yorum
2 Görüntülenme
Ayasofya Aynasında -Hikâye
tarafından Mehmet Nuri Bingöl
Ayasofya Aynasında -Hikâye MEHMET NURİ BİNGÖL Gece, İstanbul’un üzerine bir heyula gibi çökmüştü. Lodosun taşıdığı deniz kokusu, Ayasofya’nın taş duvarlarına sinmiş, minareleri ve kubbeleri sarıp sarmalamıştı. Ahmed Nureddin, kalabalık meydandan adımlarını yavaşlatarak geçiyor, gözlerini bu kadim mabedin ihtişamına dikiyordu. İstanbul’a, amcasıyla birlikte gelmesinden sonraki fakülte eğitiminden beri nice defa gelmişti buraya ama bu gece hissettikleri... Devamı