İNSANLIK- İMAN İLİŞKİSİ
İnsan, İslâm için kâinatta en değerli varlıktır. Düşünen her insanı hayrete bırakmaya yeterli, kudret kalemiyle yazılmış bir varlıktır. Kâinata sığmayan ilahi terennümü, iman ve aşkında yaşatabilecek bir gönle sahip varlıktır insan.
Bir taraftan ruhunda kaynayan aşkla Yüce Yaratıcının emirlerine karşı sorumlu, diğer taraftan akıl ve irade gücünü kullanmamakta ise hürdür.
İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlık olmasından dolayı, potansiyel değerleri itibariyle meleklerden üstündür. Yani, insanı melekler karşısında üstün yapan, ibadeti değildir. Eğer üstünlük ibadetle olsaydı, melekler daha üstün olurdu. Çünkü onların ibadeti Hz. Âdem (a.s.)’den daha çoktu.
“Her insanın işlediklerini boynuna dolarız.”1
ilahi fermanı karşısında ferdi sorumluluk;
“Sizi bütün insanlara örnek olasınız diye adil ve dengeli bir toplum kıldık.”2
ikazı karşısında da külli sorumluluk taşıyan bir varlıktır insan.
İnsan… İnsan, bir damla uzviyetten Allah’a uzanan hareket iradesi… Ne güzel anlatmış Hz. Ali (ra):
“Derdin sende, ama görmezlikten geliyorsun,
Farkında değil gibisin, ama ilacın da sende.
Küçük bir varlık sanıyorsun kendini,
Hâlbuki ‘en büyük âlem’ sende dürülmüş.”
Ne güzel özetlemiş Hz. Ali (ra)’nin bu sözünü İbrahim Hakkı merhum:
“Çün cisminle sığmışsın cihana sanma ki tensin,
Gönülden içre gel kim cihanın canı sensin.”
*
“Biz insanı en güzel surette yarattık. Sonra aşağıların aşağısına ittik…”3
Demek ki sorumsuz ve şımarık tutumunun mağlubu olursa insan “yüce makam”dan azledilmeye mahkûm da olur.
Kur’ân insan ve iman merkezlidir. Onu belli bir suresine sıkıştırmamıştır. Bütün surelerinde Kur’ân, insanı çeşitli kabiliyetlerine göre anlatmıştır. Kur’ân kâinat olaylarından bahsettiğinde bile bir fizik veya astronomik gerçeği dile getirme maksadıyla hareket etmemektedir. Burada bile asıl maksadı, Allah-insan ilişkisi üzerinde durmaktır.
Kur’ân’a göre bütün insanlar topraktandır ve ‘tek bir nefisten’ yaratılmışlardır. Bu konudaki rivayetlerden hareketle insanların mayalarının aynı olduğunu vurgulamak üzere İslâm âlimleri derler ki, Allah Teala insanı yaratırken her bölgeden toprak aldırmış, beyaz, siyah, sarı, kırmızı… Her renk toprağı yoğurarak insanı yaratmıştır. Böylelikle ırk, renk, bölge farklılığını ‘insan kimliği’nde birleştirmiştir.
Allah Teala bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Gerçekten sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi bir takım milletlere ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız (birbirinizin marifetinden yararlanasınız). Şüpheye mahal yok: Sizin en değerliniz insan haysiyetine uymayan davranışlardan en çok sakınanınız, Allah’a en çok saygılı olanınızdır.”4
*
Din, Allah’ın, hem bütün kâinat üzerinde hem de bizzat kendimiz üzerinde yegâne hâkim güç olduğunu kabul edip, O’na ruhi bağlarla bağlanmak demektir.
İnanma, iman ise insanın gururundan, nefsinden, iktidarının vehminden sıyrılmasıdır.
Din, hak yolculuğunda tökezlemeden yürüme maksadına nail olabilmek için insandan nefsin, neslin, malın, dinin ve aklın korunmasını istemektedir.
Dinin korunması, insanın, yaratıcısına ait olmasının bir simgesidir. Mutlak Kudret’e intisabı tescil eden damgadır. Din duygusunu yitiren insan, nereye ait olduğu bilinmeyen markasız bir eşya konumundadır. Bu anlamda Kur’ân’ın insana çağrısı kısaca şu şekilde özetlenebilir:
“Hakkı kucaklayarak özünü dine ver, yüzünü O’na dön. Allah’ın yaratışına ibretle bak. Dikkat et, Allah’ın yaratışının bir bedeli, o boşluğu dolduracak bir alternatifi yoktur. Bu gerçeği eğip bükme. Zira bu kabiliyet zayi olduğunda hiçbir beceri ile onu tamir edemezsin.”
Kur’ân insanın Yaratanını tanımasını, nefsini tanımasını ve nefsini kötülüklerden arındırıp Yaratanına layık olmasını istemektedir. Bunun için, “Nereden geldim? Niçin geldim? Nereye gideceğim?” şeklinde özetlenebilecek, varoluş gayesinin metafizik boyutunu ortaya koyacak soruları cevaplamasını beklemektedir. Bu soruları yanılmadan cevaplayabilmek için de hayatımızın üçlü cephesini öğretmektedir:
İman, ilahi iradeyi kabuldür. İslâm, ilahi iradeye teslimiyettir. İhsan ise, iman ve İslâm’a hayatiyet kazandırmak, onları, kuru bir dava, şekli bir uygulama aşamasından ruhi bir özümsemeye dönüştürmektir. İhsan, Allah’ın gözetiminde olduğunu bir an için unutmadan insanın, inanç ve ibadetini aşk alanına taşımasıdır.
İhsan, her çeşit hırstan arınmaktır. Çünkü nasıl olursa olsun hırslar, ‘Mutlak’a yürüyen insanın ayaklarına vurulmuş zincirlerdir. Onlarla Allah’a varılamaz. Hz. Musa (as) Allah ile vuslata hazırlanırken,
“Ey Musa, mutlaka Ben senin Rabbinim. Kat kat üstün bir vadidesin. (Bana yönelmek için) pabuçlarını çıkar.”5
ilahi hitabına mahzar olmuştu. İnsanın Allah’a yürümesi de ‘pabuçlarını’ çıkarmasıyla; hırslarından, kinlerinden, ithamlarından, nefsanî arzularından, masivaya duyduğu temayüllerinden kurtulması ile mümkün olacaktır.
Mevlana, nefsanî arzularla akıl ve ruhun zıtlığını, Mecnun’un deve ile uğraşmasına benzetmektedir.
“Bir gün Mecnun bir deveye rast gelmiştir. Üzerine atlamış, yularını sıkıca tutarak ‘Beni şu ilerideki Leyla’ma kavuştur; yalvarırım sana.’ demiştir. Deve ise; ‘Senin ileride Leyla’n varsa benim de geride tutkunum var, yavrum var.’ diye karşılık vermiştir. Mecnun yuları sıkı tutmasaymış deve onu nerdeyse gerisin geri götürüp Leyla’sından uzaklaştıracakmış. Yalvarmış yakarmış; olmamış. Sonunda deveden inmiş ve ‘Anladım’ demiş, ikimiz de aşığız; sen yavruna ben Leyla’ma… Öyleyse sen yoluna ben yoluma.”
Yine Mevlana der ki; “Ey oğul! Nefsin suretini görmek istiyorsan yedi kapılı cehennem tarifini oku.” Mevlana burada “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz; o; ‘Daha yok mu?’ der.” ayetini hatırlatmakta, cehennem gibi nefsin arzularının doyum tanımadığını vurgulamaktadır.
*
Akıl, ilahi hitabın muhatabıdır ve insani erdemlerin kaynağıdır. Hz. Ali (ra)’nin dediği gibi, dini anlamadan yoksun akıl, akıl sayılamaz; aklın tavrından uzaklaşan din de din olarak görülemez.
Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Cafer (ra)’in, İslâm’dan öncesi ve sonrası asalet ve karakterinde var olan değerlerden ötürü Cebrail’in övgüsüne mahzar olduğu, çeşitli rivayetlerde ifade edilmiştir. Bu rivayetlerde Resulullah (asm)’ın Cafer’i çağırıp, Cebrail (as)’in ender görünen iltifatına mazhar oluşunun sebeplerini sorduğu da belirtilmiştir. Cafer’in Resulullah’a cevabı iyilik ve kötülüğü kavramada aklın önemini kavratmaktadır:
“Ey Allah’ın Resulü, ne İslâm’dan öncesinde ne de sonrasında ağzıma içki koydum. Düşündüm; içki, bendeki en büyük değeri, aklı elimden alıyor. En azından akıl gücümü zayıflatıyor. Hâlbuki ben, insanlık değerlerimi korumak için, aklımı korumaya, ona daha çok işlerlik kazandırmaya muhtacım.”
“Ey Allah’ın Resulü, bana bir zarar ve fayda sağlamayacağını bildiğimden putlara hiç ilgi duymadım. Efradıma yapılmasını kabullenemeyeceğim için hayatta zina suçu işlemedim. En büyük çirkinlik addettiğim için hiç yalan söylemedim.”
Akıl sağlam ölçülere sahiptir. Hisler kadar yanılmamakta, kendini kaybeden insanı kendine getirebilmektedir. Akıl, insanları nefsanî arzularının pençesinden kurtarabilmekte, muhayyel korkuların esaretinden insanı azade kılabilmektedir. Akıl, haklara saygılı olmayı öğretmektedir. Hangi fiillerin fazilet olduğunu hangilerinin ‘iyi’ olmadığını idrak etmektedir.
Ama Mevla’ya kullukta aklın tek başına yeterliliğini savunmak mümkün değildir. Akıl kendi başına sadece ilk olarak hisleriyle yaşayan insan varlığının başına ‘insanlık tacı’ giydirmiştir ki Kur’ân bu durumu ‘ahsen-i takvim’ ifadesi ile karşılamıştır.
Akıl kalpteki iman duygusu ile birleşmelidir. Çünkü insanın hakikat güneşinin aydınlığına kavuşması ancak bu sayede gerçekleşebilecektir. İşte o zaman insan, eşyayı gerçek yüzü ile görme bahtiyarlığına kavuşacaktır. Resulullah (asm.)’in “Allah’ım bize eşyanın hakikatini göster.” niyazının anlamı bu olsa gerektir.
Çıplak akılla düşünme iddiasında olan insanın kafasında kalıp düşünceler çalıp duracaktır. İyi ve kötüyü tek bir ölçü ile değerlendirecek, çevresine tek bir bakış açısıyla bakacak, bu bakış açısına uymayan her şeye tepkili olacaktır. Her şeyin kendi heva ve hevesinin belirlediği ölçüye uymasını isteyecektir. Çünkü kalp tekniğinden yoksun bir akıl, aslında artık akıl değil, hevadır. Hevasına bu şekilde uyan biri, hoşgörü zeminini kaybeden mutaassıp fanatik biri olup çıkacaktır.
En mühim nokta olarak şunu belirtelim ki akıl Rabbulâlemin’in ve Yüce Yaratıcı’nın varlığının ve birliğinin keşfine kadar gerekirken kalpçe tasdikten sonra “semi’na ve ata’na” deyip teslim lazımdır.
Sonraki yazımızda da insanla iman ve “şevk-i mutlak” manasındaki muhabbet münasebeti üzerinde duracağım inşaallah. Veminallahitevfik.