Kırık Dökük Bir Ben ve Yeniden Başlama Umudu
Sabahın o ilk ışıklarıyla uyanıp da banyodaki aynaya baktığın oldu mu hiç?
Gerçekten baktın mı?
Gözlerinin çevresinde, gülümsediğinde biraz daha belirginleşen o incecik çizgiler…
Ellerini uzattığında, bir zamanlar koşarken, tutarken, kavrarken tanıdığın o güçlü hatların yerini alan, damarları biraz daha kabarmış, derisi biraz daha incelmiş eller…
Tanıdık mı geliyorlar sana? Yoksa ayna, seninle artık eski samimiyetini kaybetmiş, sana yabancı bir hikâye mi fısıldıyor?
O genç yüz, o ateşli bakışlar, o “dünyayı yerinden oynatırım” cüreti… Nereye gitti?
Daha dün değil miydi o parkta koştuğun, gözlerinde sınırsız ufuklar, kalbinde fırtınalar kopan günler?
Şimdi ise otobüste bir genç yerini kalkıp verdiğinde, içimizde garip bir buruklukla karışık bir minnet…
Belki de bir merdiveni çıkarken nefes nefese kaldığımız ilk an, o “Ben mi yoruldum?” şaşkınlığı…
Gençlik hayalleri, şimdi neredeyse tozlu bir albümdeki fotoğraflar kadar uzakta. O albümü karıştırırken, parmakların fotoğraftaki gülümseyen yüzle, şimdi aynada gördüğün yüz arasında gidip gelirken, içinden hangisi daha gerçek? diye sormuyor musun?
O “eski ben”… Cesareti kırılmamış, düşmekten korkmayan, en küçük sevinci bile kocaman bir bayrama çevirebilen… Nerede? Kayboldu mu?
Yoksa bu yorgun bakışların, biraz ağırlaşmış adımların altında, hâlâ bir yerlerde, derinde, ürkek bir çocuk gibi mi bekliyor?
Bir eski dostla karşılaştığında, “Ah, sen de değişmişsin” cümlesi havada asılı kaldığında… İçinde bir şey kıpırdıyor: “Değiştim evet, ama ben hâlâ ben miyim?” Bu yabancılaşma, bu iç hesaplaşma, zamana düşen en ağır gölge değil mi?
Değişmek, olmaktır…
Heidegger’in dediği gibi: “Varlık, zamandır.” Var olmak, değişmek demektir.
Zamanın akışına direnmek, bir nehrin önünde durmaya çalışmak gibi boşuna bir çaba.
Sartre’ın söylediği gibi, “Öz, varoluştan önce gelmez.” Biz, yaptıklarımız, yaşadıklarımız, değiştikçe oluruz. Eski ‘ben’i aramak, belki de hiç var olmamış bir hayaletin peşine düşmek mi? Belki de kaybolan bir benlik değil, dönüşen bir varlıktır bu.
Bu değişimin hüznü kaçınılmaz. Gençliğin o sınırsız enerjisinin, yerini daha ölçülü bir bilgeliğe bırakması…
Bedenin eskisi gibi cevap vermemesi… Bu hüzün, bir zayıflık işareti mi? Yoksa tam da bu kırılganlık, hayatın anlamını daha derinden kavramamızın, acıyı ve sevinci daha yoğun hissetmemizin bir bedeli mi?
Eskiden yokuşları rüzgârla yarışarak çıkarken, şimdi belki yavaşlıyor, etrafı seyrediyor, bir çiçeğin açışındaki mucizeye daha çok vakfediyoruz dikkatimizi. Bu, bir kayıp mı, yoksa kazanılan bir bakış derinliği mi?
Evet, belki hayaller eskisi kadar göz kamaştırıcı değil. Belki biraz soluk, biraz yıpranmışlar. Ama bak, içinde hâlâ bir kıvılcım var.
Her yaş, her an, yeni bir başlangıçtır…
Bugün, o kırık dökük benliğinle, o birikmiş anılarınla, o yorgun ama tecrübeli yüreğinle, yine de yeni bir sayfa açabilirsin. Belki koşamazsın, ama yürüyebilirsin. Belki uçamazsın, ama kök salabilirsin.
Şimdi kendine sor!
Kendimizle, bu değişen, aşınan, yenilenen benliğimizle gerçekten barışabilir miyiz? Yoksa hep bir nostalji hayaletiyle mi yaşayacağız?
Geçmişin o ağır çantasını (içindeki güzel anılar ve acılar) bugüne taşırken, hangilerini bırakmak, hangilerini sıkıca tutmak bize kalmış? Hangileri seni besliyor, hangileri zehirliyor?
“Yeniden başlamak” neden sadece gençliğin değil, her nefes alışımızın bir imkânı? Bu an, tam da şu an, neden yeni bir başlangıç noktası olmasın?
Asıl benlik… Zamana inatla direnen, değişmeyen bir öz mü? Yoksa tam da zamanın akışında, deneyimlerle, seçimlerle, kayıplarla ve kazanımlarla sürekli dokunan bir halı mı? Değişmek, benliğin yok oluşu mu, yoksa en derin gerçekleşmesi mi?
Kırık dökük bir benlik, evet… Ama içinde kocaman, dirençli, sıcak bir umut taşıyan…
O umuda sarıl! O eski çocuğun elini tut! Ve aynaya bir kez daha bak!
Bu sefer, sadece çizgilere değil, onların hikâyesine ve o hikâyenin içinde hâlâ parlayan ışığa bak!
Yeniden başlamak için asla geç değil; sadece biraz cesaret ve kendine şans vermek gerek.