MEHMED AKİF ERSOY
Tarihin kırılma anları vardır. Büyük adamlar, bu kırılma anlarında ortaya çıkarlar ve topluma yol gösterirler. Düşünce bunalımların ve buhranların çocuğudur. Her düşünce böyle ortamlarda doğar, gelişir ve topluma mal olur.
Surların yıkıldığı, hisarların devrildiği, Haç’ın, hilal’e saldırıp boğmak istediği bir zamanda, mabedin bekçilerine ihtiyaç vardır.
Akif, böyle bir zamanda, yaralı, acılı bir coğrafyanın ve İslamın nefesi, sesi ve mabedin bekçisi oldu.
Toplum uçurumda iken, zirveyi göremiyor. Akif, ölüm kalım mücadelesinin verildiği bir dönemde, bu toplumun sefaletini terennüm etti. Cemaatle hemhal, hemdert oldu. Neslimizin ruhunun doktoru o idi. Bedbaht bir nesil onu, hastalarının başucunda, mezarlıkta, meyhanede, mahalle kahvehanesinde, hasılı bütün sefaletlerinin yanında bulmuştu.
Sefaletimiz henüz kitlelerde uyanma şuuru doğurmaktan uzakken, her tarafta aydınlık arayan, öksüz bir nesli, semalardan vahiy gibi inen bir feryadı canlandırmaya kafi geldi.
“Alemde ziya kalmasa halk, etmelisin halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!”
“Bu sesi dinledik. Bu sesin sahibi, Hz. İnsanın yirmi asır ümmetine sunduğu ümit, aşk ve imandan ibaret üçlü mucizesini bize sunmağa muktedir bir veli ruhuna sahipti.” O, bizim yorgun ve ümitsiz gençliğimize ebedi hayat sırrını fısıldadı:
” Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;”
Bu sahip, bu mürşit bütün hayatı boyunca , ölmeyen ümidi terennüm edecektir.
Akif, bir ızdırap adamıdır. Sıhhatli bedeninde barınan ızdırap, demirden bir heykeli andıran varlığına yerleştirilmiş ilâhi bir unsur olan kalbinin çarpıntısıyla, şu mısrada ifadesini buluyordu:
“Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!”
“Onu vasıflandırmak gerekirse: Vekar dolu bir alın, hayâ dolu bir çehre; şiddet dolu bir bakış, iman dolu bir sine.”
Birinci dünya savaşından sonra tarihimize son darbe de vurulmak istenirken, Akif “Bülbül”ü yazdı:
“Ne hüsrandır ki Şarkın ben vefasız, kansız evladı,
Serāpā Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdadı!
Hayalimden geçerken şimdi, fikrim hercümerç oldu
Selahaddin-i Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu.
Toprak diye isimlendirdiğimiz vatan duygusu, Namık Kemal’den sonra Akif’in şiirinde de dile getirilir. Safahatın hepsine hakim olan vatan hissi “Asım da dikkate değer bir realizme bürünmüştür. Akif’in manzum romanı diyebileceğimiz bu idealist eserde, Çanakkale şehitlerinin gömüldüğü ideal alemi temaşa ederiz. Akif, bu cihat kahramanlarını takdim ederken onların ruhundaki büyüklüğü dünya edebiyatında eşi görülmemiş mübalağa sanatıyla bakınız nasıl anlatıyor:
“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın”
Çanakkale şehidini tebrik ederken, söylediği sözler, Yunus’un bile gıpta ile gözlerini yaşartıcıdır:
“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Dini irade ile, milli irade hiçbir kitapta ve hiçbir dimağda görülmemiş şekilde bu eserde birleştirilmiştir.
Asım, sanki Akif’in gençliğidir. Gençliğin ideal tipini yaşatan Asım, adeta lav gibi patlayarak savaş meydanına atılır.
Akif’in karakteri, cihat için yaratılmış, isyanla dolu bir ruh yapısı idi. O kendi portresini kendi kalemiyle ne güzel çiziyor:
“Doğduğumdan beridir âşıķım istiklale,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.
Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.”
Bin yıllık bir tarihin ufukları arkasına sinen, Haçlı çocuklarının gerçek simasını bize tanıtan o olmuştu.
Bu nesli uykusundan uyandırmak için, onun dünyamızda, coğrafyamızda ebedi izler yaratan sesini boğmak gayesiyle ölümünden sonra gençlerimizin karşısına sosyalizm, ahlakçılığının karşısına masonluk cereyanı dikildi .
“Akifin, zamanında yeteri kadar anlaşıldığı söylenemez. Bütün varlığını şiirle dile getiren Akif, bizi bu dünyada iken büyük mahkemenin huzura yükselten mürşididir; büyük kurtarıcımızdır. Hattab’ın oğlu Hz. Ömer’in yirminci asırda yaşayan müridi, onun gibi haşin mizaçlı, sert yürüyüşlü, zulme tahammülsüz, riya karşısında şiddet taşıran bir iman ve isyan heykelidir.”
O bir münzevidir. Büyük adamların bir özellikleri de münzevi olmalarıdır. Onlar, kalabalıklar içinde yalnız yaşarlar. Şehirlerin insan yığınları onlar için seyredilmesi gereken hoş manzaralardır. İç hayatlarında da yalnızdırlar. Akif’in inzivası halk içinde idi. O cemaatin içinde çilesini doldurdu.
O eseriyle hayatını birleştiren adamdı. Bütün ömründe eserinde neyi zikretti ise, hayatında da onu yaşadı. Devirlere göre değişmeyen, ömrü boyunca, aynı kanaatin aynı iman’ın sahibi olan bir adamdır. Çevresine uymaz; çevreyi kendine uydurur, uyduramazsa çarpışır.
Akif, Kuranla dolan ruhunu sonsuzluğa çevirerek büyük sanatın terennümlerine daldı.
” Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arın
Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri
Ne tasannu bilirim çünkü ne sanatkârım”
Kendisini silen gururundan soyunan bir tevazu. Evet Akif için şiir samimiyettir.
Günümüz aydını gönlünü tutuşturan içinden çıkılmaz meselelerinin cevabını Akif de bulabilir. Akif, tufana yakalanmış bir toplumu gemisine çağıran bir nevi Nuh Peygamber. Herkes aldatabilir. Yalnız Akif hiç kimseyi aldatmamış ve hiç kimseye yalan söylememiştir.
Akif, Cevdet Paşa’yla başlayan, Tunuslu Hayrettin ve Said Halim Paşa’larla devam eden bir düşüncenin son büyük temsilcisidir.
“Akif’i dertlendiren umumi hüzün yalnız kendi tarihinden yükselen ızdırap sayhaları değil, bütün mazlum İslam milletlerinin bugün maruz kaldığı insafsız istismar faciasıdır.’
Emperyalizm hiçbir zaman Akif kadar müthiş bir düşman tanımamıştır. Akif, hem bu ülkenin sesidir, hem de bütün bir mazlum İslam coğrafyasının. Bu çığlığa kulaklarımızı ve gönlümüzü açık bulunduramazsak hatalarımızın sonu gelmez. “Safahat”ı okuyun. Hem zevk duyacaksınız, hem de bir çok hakikate aşina olacaksınız.”
Akif’lere belki de her zamandan çok bugün daha fazla ihtiyacımız var.
Allah rahmet eylesin, makamı Ali olsun.
Zinnur Şimşek