ÖLÜM BİR SON MUDUR?
‘Ölüm’ deyince akla ilk gelen şey ‘korku’dur. Hepimiz korkularımızın birer esiriyiz aslında.
Oysa; korkunun en büyüğüdür ölüm! Bir bilinmezlik diyarıdır sanki… Hz. Mevlana’nın bir sözü vardır:
”Sanma ki ölüm yok olmaktır. Aslında Hakk’ta kaybolup hep var olmaktır.” O’nun söylediği bu söz bile bizi ne kadar da düşündürüp bilinmezliğin diyarına itiyor öyle değil mi?
Bence bu bilinmezliği insan düşününce korkudan ziyade, kapalı perdeler arkasında gizlenen gizemi arar oluyor.
Ölüm tek ve aynı sondan ibarettir; fakat ölümün çeşidi çoktur. Kimimiz yaşlılıktan dolayı ölürken, kimimiz ani gelen bir kalp krizi ya da beyin kanaması ile ölürüz, kimimiz hastalanarak, kimimiz
savaşırken, kimimiz depremden, yangından, çığdan, selden veya yıldırım çarpmasından, intihardan
ölürken, kimimiz ise kaza geçirerek ölürüz…
Halbuki bu saydığım ölüm çeşitlerinden hepsi de birer
‘bilinmezlik’. Çünkü nasıl öleceğimizi önceden kestirmek ne yazık ki mümkün değil. Belki nasıl
öleceğimiz konusunda eğer ki ufacık da olsa bir bilgi sahibi olsaydık, acaba tedbir alıp ölümün önüne geçme şansımız olabilir miydi ki?
Farz edelim ki tedbir aldık da ölmemiz gereken yerden
ölmedik. Bu, ölmemizi geciktirir mi dersiniz? Bence ölüm bize o şansı vermez, bizi ölmemiz gereken yerden bulmadıysa bile elbet başka bir yerden bulacak. Ne tuhaftır değil mi, biz onu bulamazken o bizi nerede olursak olalım buluyor ve bulduğu yerden de ansızın yakalıyor.
Kaçmak ne mümkün! Her şeyden kaçarsınız ama ölümden asla!
Varlık ile yokluğun arasındaki o ince çizgi o kadar incedir ki sanki hiçliğin de ötelerinde saklı olan bir tuzak misali derindir.
Siz o ince çizgiyi merak edip onun üzerinde yürüdükçe derinlere, daha derinlere dalarak adeta kaybolursunuz ve oradan çıkış yolu bulamazsınız; çünkü kayboldunuz bile.
Yok ki bir pusula, rehber! Çünkü siz bu yolda teksiniz. İşte ölümü düşünüp bilinmezliği ararken o bilinmezlik içerisinde kaybolmak da tıpkı böyledir. Mezara girerken bile teksiniz. Çünkü ölüm de tektir.
Gelelim Ölüm’ün bir ‘kurtuluş’ mu, ‘son’ mu, veya bir ‘başlangıç’ mı sorusuna…
Aslında Ölüm hepsidir. Hem kurtuluş, hem bir son, hem de bir başlangıçtan ibarettir.
Hepimiz biliyoruz ki ruhlarımız ayrı ayrı bedenlere süreli olarak hapsolmuş durumda kendi kaderini
yaşamaktadır.
Nasıl ki hayat tarzımız zenginlik ve fakirlik üzerine kurulu kader ise, ölüm de kendi
çapında türlü türlü çeşitlere ayrılan bir kaderdir. Fakat ne gariptir ki bizler yaşarken ‘zengin’ ve
‘fakir’ diye ayrılırken, öldüğümüzde bunların hiçbir anlamı kalmıyor. Çünkü ölen hiç kimse artık ne fakirdir ne de zengin…
Öleceğimiz zaman artık bu fani dünya bir son iken, ruhlarımızın hapsolmuş
olduğu bu bedenler için bir kurtuluş, yani Mevlana Hazretlerinin de dediği gibi Hakk’a kavuşmak ve ebedi hayata yeni bir adım için bir başlangıçtır artık.
”Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
“Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”(1) Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime.
Özlem GÜRBÜZ