Sevgili Yusuf ve Sevgili kendim,
‘Tevekkülü gerçekleÅŸtiremediÄŸimiz için iliÅŸkilerimizde emniyeti, dinginliÄŸi yakalayamıyoruz’ tarzında bir tespitte bulunmuÅŸtuk, hatırlarsan, bir aile sohbetinde.
O sırada da, Bediüzzaman Said Nursî’nin ÅŸok olduÄŸum bir sözü çıkmıştı karşıma:
“Tevehhümle yokdan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyeye itimatsızlıktır.”
(Åžualar).
Bazen vehim ve vesvese kaplıyor ya beynini ve duygularını, işte tam o zamanlar ve durumlarda ilaç gibi gelecek bu söz sana.
Hatırlamak için aklının ve kalbinin duvarına asılası. Sarsıldım bu cümlede durumla ilke arasında kurulan bağlantıyı fark edince.
Seninle bunları konuşunca benim de teslimdeki barış ve iç huzurdan fersah fersah uzak olduğumu, hattâ zihinsel olarak hiç hazır olmadığımı, bu konuda artık bir şeyler yapmam gerektiğini bir kez daha idrak ettim.
Öğrencilik yıllarımda Macaristan’dan gelen bir deÄŸiÅŸim öğrencisi arkadaşım, sohbet esnasında, beni kendimle yüzleÅŸtiren bir söz söylemiÅŸti: “Sen mü’minsin, ben ateist. Aslında senin geleceÄŸe bakışın benden daha az kaygılı olmalıyken tam tersi, ben senden daha iyimser ve umutlu bakıyorum istikbale.”
Son zamanlarda bir de, tevekkül ve teslimiyetin temsili, arketipi olarak da olsa, Hz. İbrahim’in Hz. Hacer ve bebek İsmail’i çölde bırakıp gitmesini, içime dönüp baktığımda, kabullenemeyen biri olarak çıkıyordum karşıma, mü’min olarak tanımladığım kendi aynamda.
İki gün eşimden ayrı kalınca terk edilmişlik duygusu içimde beliriyorken, yalnızlık ıstırabı kaplamaya başlıyorken benliğimi, bu hadisenin bana insanüstü gelmesi gayet anlaşılırdı.
Tekâmül edebilmek için bu düğümü çözmeliydim artık bir şekilde. Bir dostuma açtım derdimi. Ona göre kendimi kınamamalıydım bu itirazımdan ötürü ama anlayamıyordum işte.
Neden sadece son noktaya odaklanıyordum? Olaya sonuç odaklı bakınca tabii ki bu peygamber kıssası ulaşılamaz, gerçekleştirilemez gelecekti.
Ama Kur’an, içsel tüm itirazlarımın da dahil olduÄŸu ÅŸimdi ve buradaki beni es geçerek örnek vermezdi deÄŸil mi, eskiden yaÅŸanmış bir olayı? O, dünya insanına hitap ediyordu zira.
Meselâ çölde bırakılan ben olsaydım ne hissederdim? İtiraz etmez miydim? Elbette ki ederdim. E, Hacer de itiraz ediyor. Burayı niye görmüyor, es geçiyordum?
Belli ki kıssada ben de es geçilmiyorum; o itirazımın hatırı sayılıyor, var oluÅŸu kabul ediliyor, belki de var olması isteniyor. Var olsun ki birlemenin “lâ” kısmı hayat bulsun.
Hayata uyarlanmamış, duygularımda ma’kes bulup teyit edilmemiÅŸ bir “lâ ilahe illallah”ı ne yapayım ki ben? Musa aleyhisselâm da Tur dağında Allah’ı görmek istediÄŸinde haykırmamı mıydı “Kendini göster, ben Seni görmek istiyorum!” diye?
İşte bunun gibi, her kul, kendi mizacının diliyle yakınlık kurmak istiyor onu yaratanla. Aslında içimizden yükselen bu kabullenemeyişler de birer basamaktı kâinat kitabından _ mikrokozm düzeyindeki_ kalbimizin hatırat âyetleri olarak.
Küfür bu işaretlerin üzerini ülfet ve gafletle örtmekse iman düzeyine çıkabilmek için o örtüleri kaldırıp üzerindeki gubarı, tozu toprağı atıp saykal vurmak, cilâlamak lâzım gelmez mi?
İşte ilk basamak olan “lâ ilahe”yi söyledik bu itirazımızla.
Åžimdi, sevgili Yusuf ve sevgili kendim, belki de bu hadise, Kur’anı bugün burada okuyan bana Hacer’le İsmail’i koruyanın İbrahim olmadığını anlatmak istiyordur, olamaz mı? İbrahim’in en kıymetlilerini çölde bırakıp gitmesi, Hacer’in de ona netice itibariyle rıza göstermesi imgeleriyle?
Olabilir mi? Yani edilgen bir “N’apalım, eli mecbur, kabul edip boyun eÄŸeceÄŸiz bu duruma” tavrı deÄŸil Hacer validenin tavrı.
Korku, endiÅŸe, kaygı, bırakıp giden eÅŸini suçlama, dövünüp yırtınma aÅŸamalarından geçmeden teslim olmuyor o da. “Bunu sana Allah mı emretti?” sorusuyla insaniyetindeki çeliÅŸkileri çözme yöntemini devreye sokuyor.
Çünkü İbrahim asla böyle bir ÅŸey yapacak bir insan deÄŸildir. “Yapıyorsa kendi adıyla hareket etmiyordur, ancak üstün bir Kudrete güvenerek yapıyordur” diye yeni bir kapı açılmıştır Hacer’in dünyasında.
Bırakıp giden bir İbrahim’in ötesinde cemâlî ve celâlî tüm sıfatlarıyla tanıyıp bildiÄŸi, dolayısıyla güvendiÄŸi İlahı gören Hacer’e selâm olsun!
Kıssayı tam okumak lâzımmış meğer, hiç bir unsurunu ihmal etmeden. Elbette ki İbrahim bir peygamber, seçilmiş özel bir insan. Elbette ki Hacer de o özel insanla kendini geliştirecek başka bir özel insan.
Ve ben elbette ki onların teslimiyetine ulaşamam. Ama örnek alabilirim çünkü bendeki endişe ve kaygıları onlar da en derinden yaşamışlar. Ayrılık acısını tatmadan, Sakarya gibi büklüm büklüm kıvrılmadan, karnımıza ağrılar girmeden, beynimiz kasırgalara tutulmadan aşılır mı eşikler?
Geçilir mi maddeden manâya, dünyadan ukbâya? Benden/bizden O’na? “Lâ ilâhe”den “illallah”a?
Ancak ÅŸu da var ki İsmail, çocukken onu kurban etmekle emrolunan babası İbrahim’e tek kelimeyle olsun itiraz etmiyor. Belki de henüz aklî melekeleri, başına gelenleri sorgulamaya müsait olmadığı için doÄŸrudan teslim oluyor.
Sonra da Kâbe’yi inÅŸa etmeye baÅŸlıyor baba-oÄŸul. Biz de kendi Kâbemizi inÅŸa etmeye çalışmıyor muyuz zaten?
Wallahu a’lem…
Selâm olsun İbrahim’in ötesinde Rabb’i gören Hacer’e!
Selâm olsun kendi Beytullah’ının inÅŸasına çalışan okuyucuma!
Not: Rahatlıkla arayıp ÅŸu sıkıntım var dediÄŸimde ukdeyi çözmeme yardım ettiÄŸi için sevgili Hâl’ime Edip arkadaşıma da en kalbî selâm ile teÅŸekkür ederim.
Zehranur Yılmaz Kahyaoğulları