Yapay Zekâ Hayatımızı Kolaylaştırırken Neyi Zorlaştırıyor?
Son yıllarda hayatımızın neredeyse her alanında karşılaştığımız bir kavram var. Yapay zekâ. Market alışverişinden bankacılığa, sağlık hizmetlerinden haber okumaya kadar birçok alanda artık insan değil, algoritmalar karar veriyor. Peki bu kadar “akıllı” sistemin içinde biz insanlar, ne kadar kontrol sahibiyiz?
Yapay zekâ uygulamaları sayesinde işler hızlandı, verim arttı, maliyetler azaldı. Doktorlar tanı koyarken yapay zekâ destekli sistemlerden yararlanıyor, hukukçular karar analizlerini algoritmalara emanet ediyor, öğrenciler ev ödevini yaparken bile ChatGPT gibi yapay zekâ modellerinden yardım alıyor. Teknoloji büyük kolaylık sağlıyor, bu tartışmasız. Ancak her kolaylık bir bağımlılığı da beraberinde getiriyor mu?
Sosyologlar ve psikologlar, “karar yorgunluğu” yaşayan bireylerin giderek daha fazla teknolojik sisteme bel bağladığını belirtiyor. Alışveriş tercihinden randevu saatine, hatta arkadaş seçimine kadar birçok karar artık yapay zekânın yönlendirmesiyle veriliyor. Bu durum bireyin öznel düşünce ve tercih yetisini törpüleyebilir mi? Dahası, kararlarımızın ne kadarının bize ait olduğu sorusu, her geçen gün daha da belirsizleşiyor.
Bir diğer tartışma ise mahremiyet ve güvenlik. Kullandığımız her yapay zekâ sistemi, arka planda veri topluyor. Ne yediğimiz ne izlediğimiz ne düşündüğümüz bile bu sistemler tarafından analiz ediliyor. “Kişiselleştirilmiş deneyim” vaadiyle sunulan bu hizmetler, aslında bizi sürekli izleyen bir dijital gölge yaratıyor.
Elbette çözüm, teknolojiyi reddetmek değil. Ancak onu bilinçli ve sorgulayıcı bir şekilde kullanmak hem bireysel hem toplumsal sağlığımız açısından kritik önem taşıyor. Bilgisayarlar hesap yapabilir, öneride bulunabilir ama son kararı yine insan vermeli. Aksi takdirde akıllı makineler değil, düşünme becerisini yitirmiş bir toplum bizi bekliyor olabilir.
Sabah alarmı henüz çalmadan birkaç dakika önce bileğimizdeki akıllı saat titreşiyor. Uyku evrelerimizi analiz eden bir algoritma, “en uygun uyanma anını” hesaplayıp bizi uyandırıyor. Kalkıyoruz, telefon ekranında hava durumunu, trafiği ve önerilen haber başlıklarını görüyoruz. Kahvemizi hazırlarken Spotify, ruh halimize uygun bir liste çalıyor. Sosyal medya algoritmaları günün “popüler” gündemini önümüze seriyor. Daha gün başlamadan onlarca yapay zekâ destekli sistemle etkileşime geçmiş oluyoruz. Farkında bile olmadan.
Yapay zekâ, yalnızca teknoloji meraklılarının ya da bilim kurgu yazarlarının konusu değil artık. Gündelik yaşamın sıradan bir parçası haline geldi. Bu hızlı entegrasyon hem büyük bir konfor sağlıyor hem de derin bir sorgulamayı mecbur kılıyor. Bu sistemler bize hizmet mi ediyor, yoksa bizi dönüştürüyor mu?
Yapay zekâ sistemleri, bizim için kararlar alıyor. Bize ne izlememiz gerektiğini ne satın almamız gerektiğini, hangi arkadaşları edinebileceğimizi öneriyor. Hatta bazı sosyal platformlar, kiminle ne kadar konuştuğumuzu analiz ederek “duygusal yakınlık” haritaları bile çıkarıyor. Seçenek bolluğu içindeki birey, bu önerileri “kolaylık” olarak görüyor. Ancak psikologlara göre bu durum, “karar verme kaslarımızın” körelmesine neden oluyor. İnsan zihni, seçenekler karşısında yoruldukça kontrolü teknolojiye devrediyor.
Bu da bizi şu soruya getiriyor; Özgür irade, öneri sistemlerinin gölgesinde hâlâ varlığını sürdürebiliyor mu?
Yapay zekâ sistemleri, verilerle besleniyor. Ne kadar çok veri, o kadar isabetli sonuç. Ancak bu veriler bir yerden gelmek zorunda. Günümüzün dijital dünyasında, “bedava” olarak sunduğu her veri, aslında çok değerli bir ekonomik varlık. Konum bilgilerimiz, yazışmalarımız, beğenilerimiz, alışkanlıklarımız… Tümü, dev veri havuzlarında toplanıyor ve işleniyor.
Bu durum, klasik anlamda bir “gözetim toplumundan çok daha incelikli bir modele işaret ediyor. Artık insanlar zorla değil, kendi rızalarıyla bu sistemlere veri sağlıyorlar. Çünkü bu sistemler, onlara kolaylık ve hız sunuyor. Ama bu kolaylık, aynı zamanda kontrolün de sessiz bir teslimi olabilir.
Yapay zekânın en çok konuşulan yönlerinden biri, iş gücü piyasasındaki etkileri. Otomasyon, milyonlarca işi tehdit ederken aynı zamanda yeni meslekleri de beraberinde getiriyor. Ancak bu dönüşüm, her kesim için eşit fırsatlar sunmuyor. Gelişmiş teknolojilere erişimi olmayan ya da yeniden eğitim olanaklarına sahip olmayan bireyler, işsizlikle karşı karşıya kalabiliyor.
Bunun yanında, yapay zekânın içerik üretiminden yazılım geliştirmeye kadar birçok yaratıcı alanda da kullanılmaya başlanması, “insan emeğinin” sınırlarını yeniden tartışmaya açıyor. Şiir yazan, beste yapan, hatta haber yazan yapay zekâlar, “yaratıcılığın” da otomasyona açık olup olmadığını sorgulatıyor.
Yapay zekâdan korkmak değil, onu anlamak gerekiyor. Nasıl çalıştığını, hangi verileri kullandığını, hangi kararlara nasıl vardığını öğrenmek, bireyin dijital çağda kendi kontrolünü koruyabilmesi için temel bir gereklilik. Teknoloji devrimlerinin tarihi, her zaman kazananları ve kaybedenleri doğurmuştur. Ancak bu defa fark, bireyin teknolojiye karşı takındığı bilinçli tavırla şekillenecek.
Eğitim sistemleri, yalnızca kodlama ya da bilgisayar bilgisi öğretmekle kalmamalı. Aynı zamanda “dijital etik”, “veri okuryazarlığı” ve “algoritmik düşünce eleştirisi” gibi konuları da içermeli. Çünkü teknolojiyi üreten azınlık ile onu yalnızca kullanan çoğunluk arasındaki fark, uzun vadede sosyal eşitsizliğin yeni biçimi olabilir.
Yapay zekâ şüphesiz ki bir devrim. Ancak bu devrimde, insanı merkeze almayan her gelişme, sonunda insanı yalnızlaştırabilir. Akıllı şehirler, akıllı cihazlar, akıllı hizmetler… Peki biz ne kadar akıllandık? Yoksa sadece daha fazla bağımlı mı hale geldik?
Geleceği şekillendirecek asıl soru bu, Teknoloji insanı özgürleştiriyor mu, yoksa fark ettirmeden teslim alıyor mu?
Hoşça kalın…