ŞANLI TARİHİMİZ VE İNSAN
İnsan “en câmi ” bir fıtratta yaratıldığından çok zaman mihanikî bir duygu gölünde saklanamıyor. Bazen “sükûnette” bulunduğunuz bir anda “bir kırık çini” bile heyecan veriyor size, tarihî bir hadiseyi hatırlatan mekânı görmek insanı heyecan denizine atıyor.
Cihangîr olduğunuz zamanları, üç kıtada adalet dağıttığınız anları karşınızda görür gibi oluyorsunuz.
Malazgirt’te “ Allah, Allah!” nidâlarıyla Anadolu’yu saran zulüm çemberini kırdığınız, “ tevhid” sancağını göklere yükselttiğiniz çağları hayalliyorsunuz.
İnsan, “ Bir tane sıdk (doğruluk), bin harman yalanı yakar,” hikmeti gereği, yakın tarihlere gelir çabucak. Tanzimat’ın ilanından sonra üst üste gelen çökülüşleri hayal meyal görünce ufukta, kollarınız iki yana düşüyor; düşünüyor, düşünüyorsunuz.
Milletimiz, bu hâle ülkemiz nasıl düştü üç kıta, yedi iklim “hayranlığından ve Latin zulmünden” kurtulduğu için ecdadın atlarının üzengisini öperken?…
Dün “ Allah , Allah!” diye ses veren dudaklar bugün niçin sus pus? Soruya cevabı kafanızın içi bir yıldız gibi aydınlanarak buluyorsunuz birden. Milletleri galip ya da mağlup, medenî ya da geri, itibarlı ya da itibarsız yapan yegâne unsur: İnsan.
İnsanımıza “hakikî” olarak; eskilerin “zülcenaheyn” dedikleri hem maddî hem de mânevi, moral yönden kıymet vermiş, ona ne zaman “aslî vazifesini” göstermişsek, o vakit ilerlemiş, terakki ettik. Ne zaman “onu” “aslî olmayan- teferruat” meselelerle meşgul edip, ona “vazife-i asliyesi”ni unutturmuşsak gerilemiş, büyük yıkılışlara ve çöküşlere uğramışızdır.
“Biz ehl-i hal, namzed-i istikbaliz. Tasvir-i müddea bizi meşbu etmiyor, delil ve bürhan isteriz.” Hikmetli söz gereği delil mi istersiniz? Bürhan koca bir mâzi, geniş bir “hakiki vukuatı kaydeden TARİH”!
Çok değil, “Söğüt”te başlayan ve kısa sayılabilecek bir vetire içerisinde “çınar” haline gelmiş hadiseye bakalım. Kırk çadırlık bir aşiretten üç kıtaya yayılmış bir devlet çıkaran o şanlı levha bize ne gösterir?
Meselenin “menakıbnâme” yönünü bir yana bırakacak olursak, “insan olma” şuuruna varmış, kendisinin diğer “mahlukattan” ayrılan yanını görmüş, asıl ve temel vazifesini- misyonunu- anlamış bir İNSAN.
Çünkü mensup olmakla “ şeref bulduğu” Din’i ona “ Vazifelisin!” demiş; “ Şu koca kainatı bu düzen ve sanatta yaratan Zat’ı tanımak, sonra da O’na ‘kulluk’ yapmakla vazifelisin!”
Asırlar boyu cemiyet bu şuurda karar kılmış insanlar yetiştirmiş durmuş. “ İnsanlık vazifelerinin ne olduğunu” nesillere aktara aktara Osmanlı ile bütün Doğu milletlerinin de hezimetle tanışacağı günlere kadar gelmiş.
Ya sonra?..
Mâlumu ilama lüzûm yok. Herşey ậyan beyan ortada.
Sadece Filistin’in Rahmetlik Lideri Arafat’ın itirafı bile kâfi: “ Osmanlı çekildiğinden beri biz perişanız.”
Kudüs’ün hahamlarından birinin cesareti de hakikata temasta: “Bir Osmanlı başçuvuşu bile Kudüs’teki inzibatı daha iyi sağlıyordu!”