İSLAM NEDİR, NE DEĞİLDİR!?
Yürüdüğümüz bu yolda biz kimiz, ne yapıyoruz ve ne yapmalıyız!?
Din ve bilim konusunda ülkemizde genelde iki farklı görüşün hakim olduğu anlaşılmaktadır.
Bir grup; İslam’ı tamamen bir vicdan meselesi olarak ele almakta ve dinin bir doğma, ön kabul ve şartlanma olduğu, laik bir düzende pozitif bilimin dini inançlarla çelişeceği şeklinde özetlenecek bir yaklaşım sergiliyor. “Din” sözcüğünü İslam’ı da içeren bir genelleme olarak kabul ediyor.
Diğer yandan bazı İlahiyatçılar da Kur’an-ı Kerim’in bir bilim kitabı olmadığını ileri sürerek, İslam dinini sadece ibadet ve duadan oluşan tek bir boyuta indirgemektedirler. Bu iki görüşü de kesinlikle kabul etmek mümkün değildir. İslam dinini bir bütün olarak ele aldığımızda, onun vicdanlara sığmayacak kadar evrensel bir özellik taşıdığını, birleştirici ve kuşatıcı bir “Tevhid” anlayışı ile ideal bir ahlak temelinde inşa edildiğini anlamalıyız.
İslam düşüncesi “Tevhid”e yani Allah’ın birliğine, tekliğine ve ortak kabul etmediğine dayalıdır. Bu yapıştırıcı harçla yoğrulmuş ve birbirine sıkıca kenetlenmiş iman taşlarıyla yükselen bir yapıya benzer. “Sırat-ı Müstakim”de yani en doğru yolda, Allah yolunda yürüyenlerde adalet, ahlak, dayanışma, yardımlaşma, ilim ve irfan gibi İslam’ın pırıl pırıl parlayan ziynetleri bulunur.
Tevhid kavramında geçen “bir” sözcüğü her ne kadar sayılar dizindeki ilk değeri gösterse de, “bir”lik kavramında sayı gibi değer ölçüleri yok kabul edilir. Çünkü “bir”lik demek, O’ndan başka bir şeyin mevcut olmaması demektir.
İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan farklı görüşler ve tezler tek bir hakikatte toplanmış ve bu hakikat, imanın şartı olarak kabul edilmiştir. Bunda en ufak bir şüphe yoktur.
Bütün varlıkların kendisi ile ayakta durduğu Vücud, Allah’tır. İslam ise Allah’ın eseridir, Allah’ın dinidir ve Allah’ın kelamıdır. Ama İmam Gazali’nin dediği gibi, “Cevizin kabuğunu kırıp içini göremeyen, cevizi sadece kabuk zanneder.” Modern bilimle dinin bağdaşmayacağını, hatta çelişeceğini ileri sürenler ya modern bilim konusundaki yetersizliklerinden ya da İslam dini hakkında yeterli bilgi ve kanaate sahip olmadıklarından bu tezi savunmaktadırlar. Bu ve benzeri görüşlerin yansıması olarak ülkemizde öteden beri dindar kişiler “gerici” “takunyalı” “softa” “örümcek kafalı” “mürteci” “yobaz” gibi saygısızca yakıştırmalarla anılmaktadırlar. Oysa İslam, ciddi olarak incelendiğinde, Kur’an-ı Kerim’in vahiy yolu ile bildirdiği tabiat olaylarının hiç birinde akıl dışı hiçbir Ayetinin bulunmadığı görülecektir. Biraz olsun düşünen herkes görecektir ki, aslında dini ortadan kaldırdığımızda, medeniyetin temel unsuru olan bilim ve sanattan eser kalmayacaktır.
Kur’an-ı Kerim’in bir bilim kitabı, hele bir fizik kitabı olmadığını ileri sürerek, bu bakış açısının vahyin temel felsefesi ile uyuşamayacağını öne sürmektedirler. Onlara göre, Kur’an-ı Kerim sadece bir dua ve ibadet kitabıdır. Ne kadar çok ölülere okunursa, ulu kişilerin türbeleri ne kadar sık ziyaret edilir ve onlardan ne kadar fazla şefaat istenirse, Cennet’e gitmek de o kadar kolaylaşır.
İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’de karmaşık fiziksel kanunlar, Matematik denklemleri, kimyasal formüller ve Astronomik kurallar yoktur. Ancak bunların yerine öylesine güçlü ifadeler, o kadar muhteşem benzetmeler, ayrıntılı teşbihler, çeşitli imalar, kinayeler, simgeler ve işaretler vardır ki, Kur’an-ı Kerim’in ifadelerine bu yönden bakıldığında, bugünün bilimsel ışığının aydınlığında açığa çıkacak olan gerçekler göz kamaştıracak niteliktedir. Kur’an-ı Kerim’in hikmet dolu kutsallığını, en son bilimsel sonuçlarla birleştirerek, tabiatın işleyişini anlamak, toprağın, havanın ve suyun canlılık için hassas dengelerini kavramak, gökyüzünde ışıl ışıl parlayan yıldızların konum ve uzaklıklarının niçin böylesine ahenkli olduğunu keşfetmek 21. yüzyıl Müslümanları için çok mu zor? Düşünmeyelim mi?
İbret almayalım mı?
Öğüt almayalım mı?
Akletmeyelim mi?
Cahil mi kalalım?
Cehalette kalmak demek, Kur’an-ı Kerim’in ruhuna, lafsına ve farzına ters düşmek değil mi? Akıl sahipleri Kur’an-ı Kerim’de ısrarla övülmüyor mu? Buna hiç dikkat ettik mi? Elbette ki, Kur’an-ı Kerim’de nasıl ve ne kadar ibadet edeceğimiz var. Dua etmemiz, kime ve nasıl dua etmemiz de var. Ama asıl bizden istenilen onu okurken anlamamız, düşünmemiz ve gereğini yapmamızdır. Allah’ın kelamına olan saygımızın ifadesi olarak kabul etmemizin dışında, anlamadan ve üzerinde tefekkür etmeden okuduğumuz Kur’an-ı Kerim’in bize hiçbir fayda sağlayacağına inanmıyorum. Müslümanlar olarak Kur’an-ı Kerim’e karşı en önemli hatamız ve eksiğimiz budur! Bunu anladığımız ve gereğini icra ettiğimiz gün ferdi ve toplumsal hayatımızın her alanında kıyam başlayacaktır. İslam dünyası ve Müslümanlar bugün buna muhtaçtır!
“Akıl, insandaki idrak kabiliyetine verilen soyut bir isimdir. Bir görüşe göre akıl, kalpte hak ile batılı ayırt eden bir nurdur. Başka bir görüşe göre de akıl, insan bedenini yönetmek ve tasarruf etmekle yükümlü bir kuvvettir. Akıllı insan, “Nefsini bilen Rabbini de bilir!” hikmetli sözünün gereğini yerine getirendir. Akıllı olmak her zaman övülür, özendirilir ve teşvik edilir. “Derin düşünmek” insanlık idealinin belki de en yüksek mertebesidir. İnsana akıl niye gereklidir? Akıl insanlara papağan gibi duyduklarını tekrarlamaktan ya da maymun gibi gördüklerini taklit etmekten kaçınsınlar diye hediye edilmiştir?”
Kur’an-ı Kerim: “… Onlar kalpleriyle aklederler…” (Hacc, 22/46) Ayeti bize akıl yürütmenin aslında beyinle değil, kalple gerçekleştiği gerçeğini açıkça anlatmıyor mu? Bu nedenle Kur’an-ı Kerim ısrarla “akletmekten” bahseder. Aklını doğru yolda kullanmanın dışında bir hayatın düzeninden ve güzelliğinde bahsetmenin mümkün olamayacağını, bu nedenle insan hem akıllı yaratılmış ve hem de aklını kullanması istenmiştir. Ayrıca Allah’a yaklaşmak için akıl, ilim ve iman gereklidir.
“Eğer biz Kur’an’ı dağa indirmiş olsaydık, dağın haşyetten (Allah korkusundan) paramparça olduğu görülecekti. Bu bir misaldir. Umulur ki, belki tefekkür ederler (Derin düşünürle, aklını kullanırlar)” Haşr, 59/21
Ayette istenilen tefekkür, insanın kendini kendinde arama metodunu çalıştırması demektir. Çünkü tefekkür gücümüz, şahsi değerimizin pusulasıdır. Bu pusula takip edildiği sürece asla yolumuzu şaşırmayız. Bu yol bizi doğru Cennet’e götürür. Cennet ise Allah’ın şanına laik, sonsuza dek yaşayacağımız ebedi alemde mü’min kullarına ödül olarak verdiği büyük nimettir. Bu nimete ancak Allah’ın rızasını kazanmakla sahip olunabilir. Bunu kazanmanın yeri dünyadır.
Dağ üzerine inmiş olsaydı, Allah korkusundan dağı paramparça edebilecek ilahi kelamın ihtişamı ve yüceliğinin insan için önemi açıkça ifade edilmektedir. O halde bu muhteşem ilahi kelam üzerinde tefekkür ederek hayat bulmamız gerekmektedir.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’den örnekler sunmak gerekirse, birçok örnek verilebilir.
“İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir.”
Bakara, 2/30
Andolsun ki, biz ademoğlunu şerefli kıldık.”
İsra, 17/70
“İnsan en güzel bir şekilde yaratılmıştır.”
Tin, 95/4
“Kullarım beni sorarlarsa de ki, muhakkak ben onlara çok yakınım.”
Bakara, 2/186
“Şah damarından da yakınım.”
Kaf, 50/6
“Secde et Allah’a yaklaş.”
Alak, 96/19
“Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.”
Hadid, 57/4
“Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin altıncısı O’dur. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah kesinlikle onlarla beraberdir.”
Mücadele, 58/7
“Allah sabredenlerle beraberdir.”
Bakara, 2/153
“Allah iyilik edenlerle beraberdir.”
Ankebut, 29/69
Ayetlerde ve daha birçok Ayette insana ait bu güzel hasletlerin, mükemmelliğin ve seçkinliğin gereği olarak Allah, insana sanılanın da üstünde çok yakındır. Bu yakınlık, adeta insanın içini ürpertecek kadar hayret ve hayranlık uyandırmaktadır. Bu yakınlık fiziki değil, manevi bir beraberlik olarak değerlendirilmelidir. Bu manevi yakınlık başta Namaz ve diğer ibadetlerle daha da kuvvetlenir. İnsan secde ederek Allah’a en çok yakınlaşır. Secdesizlik ise ilahi kuvvet ve kudrete tabiri caizse başkaldırıdır, teslim olmamaktır, saygı duymamaktır ve Tevhid’i ifade ederken verdiği sözü yerine getirmemektir. Secdesizlikten Allah’a sığınmak gerekir. Secde etmeden Cennet’i hayal edemeyiz. Aslında hayal, aslı esası olmayan, gerçekmiş zannı uyandıran, beyhude bir sanal dünyadır. Ama insan olarak bu sanal dünyada gezinmeyi çok severiz. Zaten “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar!” denilmektedir. İlmi ve mantıksal altyapısı olmasa da Cennet’i hayal etmek güzeldir. Bunun gerçekleşmesi için de Allah’ın rızasını kazanmak gerekir. Bu da Allah’ın kelamına teslim olmakla mümkündür. Mü’minler Cennet’e %51 yakındır diye bir umudum vardır. Çünkü Allah, “Rahmetimden ümit kesmememizi” (Zümer, 39/53) Ayetiyle bildirmektedir. Hatalarımızdan dolayı tövbe ederek ve bir daha hata tekrarı yapmadan Allah’ın rahmetine sığınmaktan başka çıkar yol yoktur. İlahi talimat da budur!
“Biz yeri ve göğü oyun olsun diye yaratmadık.”
Enbiya, 21/12
Dünyayı, Ayette ifade edilen oyun ve eğlence sananlar, bu oyuncakları ile sadece dedikodu yaparak vakit geçirmiş olurlar. Perde ortadan kalkarsa, artık ne oyun, ne oyuncak ve ne de oynayanlar kalır. Hepsi de hayaldir, batıldır, özü ve esası olmayandır. Geriye sadece ve sadece “Hakk” kalır. Yani her şey batıldır, sadece Hakk vardır. Hakk sözcüğü Kur’an-ı Kerim’de 247 yerde geçmektedir.
Hakk demek; mutlak olan, gerçek ve tartışmasız doğru olan, kalıcı olan, varlığı kesin olan ve daima üstün olan demektir. Hakk, Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bir tek Hakk vardır ve hakkın sahibi yine Hakk’dır. Batıl ise köpük gibi geçicidir, beyhude gayrettir ve geçerliliği olmayandır. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim: “Hakk geldi, batıl yok oldu.”
İsra, 17/81
buyurmaktadır.
Allah batılı yok edip kelimeleriyle Hakk’ı gerçekleştirir.”
Şura,42/24
Birbirine tamamen zıt olan Hakk ile Batıl aralarında rekabet ederler ve Hakk galip gelebilsin! Bir yerde Batıl var ise, mutlaka orada Hakk da olmalıdır. Çünkü “Her şey zıddı ile kaimdir!” sözü bunun için söylenmiş ve Hakk’ın üstün geleceği müjdelenmiştir. O halde haktan ve haklıdan başka var olduğu düşünülen her şey Batıl’dır, yani yok hükmündedir. Biz de hayatımızda, “Haklı çıkmak için değil, Hakk’ı ortaya koymak için çalışmalıyız.” Bunu yaptığımızda, doğru yoldayız demektir.
Hiç kimse kendi yüzünü ayna olmadan göremez. İşte aynen bunun gibi, Allah da kendini görmek veya göstermek için ayna denilen bu evreni yaratmıştır. Bu ayna da Hz. Peygamber (s.a.v)’dır. Bizler Hz. Peygamber (s.a.v) aynasında Allah’ı görmüş oluyoruz. Bu görüş, cemalullah ismini alır. Aslında aynada görünen suret gerçek değildir. Çünkü aynanın önünden çekildiğinde görüntü de çekiliyor. İçinde yaşadığımız bu esrarlı koca evren de böyledir. Hayal içinde hayal olan bu ömür aslında basit bir rüyadan ibaret gibi görünmüyor mu? Zaten Hz. Peygamber (s.a.v) de, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”(Sehavi, s. 442) diye buyurmuyor mu?
Aynada kendimizi görebilmemiz için de ışık gereklidir. Işık yoksa karanlık bir odada vazo içindeki renkli çiçekler yoktur. Eşyanın görünebilmesi için ışığa ihtiyacımız vardır. Güneş battığı zaman etraf karanlığa bürünür ve eşya gözden kaybolur. Ama aslında güneş bir yere gitmiyor. Sadece ufkun altına inerek gözden kayboluyor. Daha doğru bir deyişle, güneş ne batıyor ve ne de doğuyor. Güneş olduğu yerde duruyor, ama güneşin çevresinde bir yörüngeyi izleyen dünya aynı zamanda kendi ekseni etrafında da döndüğü için biz gündüz ve geceyi yaşıyoruz. Güneş hep vardır. Ama eşya bir var, bir yoktur. Dünya 24 saatte değil de her saniye kendi etrafında dönseydi, çevremizde ne varsa hepsini bir an görecek ve daha sonra gözden kaybedecektik. Eşyanın güneş ışınları sayesinde göründüğünü bildiğimize göre, biz bu ışığa Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Nur” desek hata ettiğimizi sanmıyorum. Bu nur bütün evreni kucaklamış ve kuşatmıştır.
Kur’an-ı Kerim: “Allah, iman edenlerin dostudur, onları zulmetten nura çıkarır.”
Bakara, 2/257
Ayetinin nefes kesen gerçeği karşısında çok sayıda ilim ehli, her biri birer şaheser niteliğinde olan vurgulayıcı mısralarla asırlara imzasını atmıştır. O halde “Allah’ın göklerin ve yerin nuru olması” (Nur, 24/35) gerçeği, aynı zamanda bu nurun perdelenmiş, örülmüş olduğu gerçeğini de gündeme taşır. Bu nedenle Allah’ın nuru aracılığı ile görünen eşya şüphesiz Allah değil, tüm yerler ve göklerdir, yani evren maddesidir. Bu evren maddesi Allah’ı görmemizi ve tanımamızı sağlayan Ayna’nın kendisidir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile, “Nereye dönerseniz dönün, Allah’ın vechi (yüzü) orasıdır.” (Bakara, 2/115) Ayeti bu hakikatin odak noktasıdır. Demek oluyor ki, hangi tarafa bakarsak bakalım, nereye dönersek dönelim; aşağıda yukarıda, yerde gökte, uzakta yakında mutlaka Allah’ın vechi, yani yüzü ile karşılaşacağımız kesindir. Eşya bu alemde canlı ve cansız olan bütün yaratılmışlardır. Bu yaratılmışlar Allah’ın kelimeleridir ve bu kelimelerde asla değişiklik söz konusu olamaz.
Yunus, 10/64
En’am, 6/115
Allah’ın mülkünde sadece O’nu bir olarak kabul etmemiz, O’na karşı en büyük ve birici derecede görevimizdir. Bu görev olmazsa olmazdır! İlahi takdir bu konuda asla taviz vermez. Bu konuda ilahi takdire teslim olanlar mü’min olarak kurtuluşa erenlerdir. Bunlar evren aynasında hem kendilerini ve hem de Rabb’lerini görürler. O nokta kurtuluştur ve sonsuza dek yaşayacağı hayatı kazanmaktır. Zaten amaç da bu değil midir?
Biz insan olarak “Dünyaya gelmeden önce neredeydik?” sorusuna kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde “Annemdeydim” diye cevap veririz. Sorumuzu devam ettirerek “Daha önce neredeydik” dersek, “Babamdaydım” deriz. Bu da kabul edilebilecek bir cevap olabilir. Babanın aldığı besinlerle oluşan sperm ve annenin aldığı besinlerle oluşan yumurta karşılaşınca, saniye farkı ile ipi göğüsleyen 300.000.000 adet spermden sadece bir tanesi bizi oluşturmak üzere annemizdeki yumurta ile birleşiyor ve dünyaya gelme şansımız üç milyonda birdir. “Allah’ın halifesi” olma şerefi ile vasıflandırılan insanın görünmeyen soyut tarafı Ruh’tur. Ruh bedende değil, bedenle birliktedir. Bu ikili beraberdir ve her şeyle birlikte olduğudur.
Tevhid konusuna da bu açıdan yaklaşırsak, Allah’ın “her şeyde olduğu” yanlıştır. Doğrusu ise, Allah’ın “her şeyle birlikte” olduğudur diye düşünüyorum. Çünkü “hepsiyle birlikte olmak ile hepsinde olmak” arasında büyük fark vardır. “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”
Hadid, 57/4
ve
“Biz insana şahdamarından daha yakınız.”
Kaf, 50/16
Ayetleri bu misallerle bir defa daha açıklığa kavuşacaktır. Asıl konumuzla ilgili devam eden soruya dönersek, “Ondan önce neredeydik?” sorusuna büyük çoğunlukla cevap veremeyiz ve şaşırıp kalırız. Hepimiz biliyoruz ki, insan olarak bizler bir zulmet, yani karanlık aleminde gözlerimizi açtık, ağlayarak dünyaya geldik. Geldiğimiz yer saf, sabit ve nurani alem olan “Emir” alemiydi. O mana aleminde hepimiz bedensiz “var”idik. Allah’ın “kun!” yani “ol” emri ile “Halk” alemine indik. Nereden geldik sorusuna verilecek en doğru cevap “Emir aleminden geldik” cevabıdır. Yani 55 yaşındaki bir adam 56 yıl önce bu alemde var idi. Zaman içinde aşama aşama farklı alemlerde geziniyoruz. Bizi gezdiren bir güç ve kuvvet sahibi vardır. Biz insan olarak her şeyimizle O’na muhtacız. O’na sığınmaktan başka çare arayanların vay haline!? Ruhlar aleminde dünya alemine ve daha sonra sonsuza dek yaşayacağımız ahiret alemine yolculuğumuz devam etmektedir. “Yok olmak” yoktur. Geriye dönerek bir önceki alemde yaşamak da olamaz. Zaten bu yolculuğumuzda takdir sadece ve ancak Allah’a aittir.
Düşünmek; bilincimiz yardımıyla çevremizdeki eşya, yani cisimler ve olaylar arasındaki ilgiyi kavramak, analiz etmek, değerlendirmek, kuşatıcı bir akıl yürütme yöntemiyle sebep-sonuç ilişkisine ulaşmak demektir. Başka bir ifadeyle dış dünyanın iç dünyamıza yansıyan görüntülerini netleştirmek demektir. Bunu bizde yaratan güç Allah’tır. Kendimizi her nasılsa içinde bulduğumuz bu sonlu ve sınırlı alemde, eğer sonsuzluğun yolcusu olduğumuzu bilinçle kavrarsak, gerçek anlamda var olmanın gönül rahatlatan huzurunu ve güvenini yakalamış olacağız. O halde Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle aklımızı niçin kullanmıyoruz? Biraz düşünmemiz gerekmez mi? İşte o zaman belki hakikatin gölgesine sığınarak, nereden geldiğimizin ve nereye gideceğimizin gerçek nedenini de öğrenerek, kendi benliğimizin ta içinde, derinliklerinde, “Hakk” olduğunun haklı şuuru içinde hamdın gerçek anlamını da kavramış olacağız. Evrenin kronometresi işliyor. Her saniyede değil, saniyenin sonsuz küçük denilebilecek kısacık kesitleri içinde sanki kendi varlığımızı hissediyor, manadan maddiyata dönüşümüzün tarifsiz neşesi içinde korkunç bir kasırga kucağında savrulup çalkalanıyor isek, bu yol bizi Cehennem’e doğru sürüklüyor demektir. Cehennem ise insan için en büyük faciadır. Aslında bu facianın zeminini dünyada hazırlıyor ve ahirette yaşıyoruz.
Aman ha dikkat!
Hatta hayatımızdaki en büyük dikkat! Dikkat etmeyenler kesinlikle kaza geçirecekler, bunun çaresi de dönüşü de yok!
Hepimiz uykudayız, hem de derin bir uykudayız. Ayakta uyukluyoruz. Otururken, çalışırken, yatarken hep uyuyor; gördüğümüzü, duyduğumuzu ve dokunduğumuzu sandığımız her şeyin sadece bir düş olduğunun farkında olmadan ömrümüzü tüketiyoruz. Dünyayı düşlüyor, günlük yaşamın hay huyları arasında, her gün eksilen ömür kitabının sayfalarını çevirerek “uyanacağımız” anı bekliyoruz. Bu, bugün de olabilir, yarın da!? Ama bir gün mutlaka! İster padişah ol ister çoban, sonuçta herkes o uzun tahta sandık içinde “uyanacak!” O halde ne duruyoruz! “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.”
En’am, 6/32
İlahi emir biraz olsun düşünmeye bizi davet etmiyor mu? Oyunun dışına çıkamayız, kendi arzumuzla sahneyi de terk edemeyiz. “Levh-i Mahfuz” yani saklı levha denilen o ilahi metinde ne yazılıysa, o gerçekleşecek ve o sahnelenecektir. Kaderimiz ilahi isim ve sıfatlarıyla kuşatılmış ve sınırlanmıştır. Geç kalmış sayılmayız, ama yarın geç olabilir! Allah’a teslim olmaktan başka çare yok, başka çareler aramaya ihtiyaç da yoktur. Mülk Allah’ındır, Allah’ın mülkünde Allah’a teslim olmak büyük bir şereftir. Bu şerefe sahip olmak insana yakışır. Çünkü insan, yaratılmış varlıkların en şereflisidir. Sonsuz hamdolsun ki Allah, bizi insan olarak yaratmıştır.
Yarına dair bütün planlar da sadece Allah’a aittir. Aksini iddia etmek farkında olmasak da Allah’a şirk koşmak anlamına gelir! Bilindiği gibi Allah’a şirk koşmak en büyük günahlardandır. Çağımızda heykelden putların dışında başka putlar da vardır. Kişi kendi bedenini bile sahte ve yapmacık bir görüntü altında putlaştırabilmektedir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim, “Kendi nefsini ilah edineni gördün mü?”
Furkan, 25/43
buyurmaktadır.
İnsan olarak “Elest Meclisi’nde verdiği sözü ne çabuk da unutuyoruz? Allah sordu: “Elestü birabbikum” yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
A’raf, 7/172
Bu hitaba muhatap olan bütün ruhlar, soruya son derece emin ve mutlak bir saygı ile karşılık vererek, “Kalu Bela!” yani “Evet dediler.” Bu konuda bir Karadeniz fıkrası sunmak yerinde olur diye düşünüyorum.
Temel’e çok kolay bir soru sormuş bir arkadaşı,
Temel, sen oruçlu iken, bir oturuşta kaç tane hamsi yiyebilirsin?”
Temel hiç düşünmeden, bundan kolay ne var, 50 tane yiyebilirim” demiş.
Arkadaşı, Temel’in cevabını düzeltmiş. İyi de, oruçlu iken, bir tane bile yesen Oruc’un bozulmaz mı?
Temel düşünmüş ve hak vermiş arkadaşına.
Ertesi gün Temel başka bir arkadaşına, Dursun’a rastlamış,
Dursun, sen oruçlu iken, bir oturuşta kaç tane hamsi yiyebilirsin?”
Dursun da düşünmeden cevap vermiş.
Bir oturuşta 100 tane yiyebilirim.”
Hadi canım sen de 50 tane yerim deseydin, sana güzel bir cevap verecektim.”
Oysa Temel’in Dursun’a dün öğrendiği cevabı vermesi gerekmez mi?
Hem Temel ve hem de Dursun, Oruc’un gereğini unutup akıllarını Hamsi’ye takmışlar. Sayısal değerlerle kafamız o kadar karışık ki, oruçlu olmanın faziletini çoktan unutmuşuz! Sadece Hamsi’nin lezzeti değil, aynı zamanda miktarı da bizim için Oruç’tan önemli hale geliyor.
Bu nedenle Allah:
“Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim.”
Bakara, 2/152
“Beni zikretmek için Namaz kıl.”
Taha, 20/14
“Allah’ı zikretmek çok büyük bir ibadettir.”
Ankebut, 29/45
buyurmaktadır.
Temel ile Dursun’un durumuna düşmemek için Allah’ı zikretmek, secde etmek gerekir ki, Allah da bizi zikredebilsin! Allah’ı zikretmeyen bütün organlar harabe ev gibidirler.
Vay hallerine!
Allah’a verdiği sözü yerine getirmeyen insanın haline acımamak mümkün değildir. Bu durum cehenneme davetiye çıkarmaktır. Cehennem, Allah’ın gazabının tecelli ettiği yerdir, Kafirler, Müşrikler ve Münafıklar için ebedi mekandır.
Hidrojen ile oksijen belli oranlarda birleşiyor ve ortaya gaz değil, sıvı çıkıyor. Üstelik oksijen yanıcı, hidrojen de yakıcı özelliğe sahipken, bu kimyasal birleşme gerçekleşiyor, biz bu suyu ateşi söndürmekte kullanıyoruz ve hayatımızı devam ettirmede kullanıyoruz. Rengi olmayan, fiziksel ve kimyasal özelliği ile renksiz, kokusuz ve tatsız iki gazdan oluşan su, içinde bulunduğu kabın rengini alır. Vücudun % 75’i sudur. Bu oran aynı zamanda dünyamızda yer altında ve üstünde bulunan suyun oranına eşittir. Enerji-madde ikilisi, milyonlarca yıl süren bir dolanımla toprağa, suya ve havaya geçerek devrini insanda tamamlar ve her canlı gibi insan da kendine biçilen görevini bitirince, beden maddesi doğaya iade edilir. Evrende meydana gelen milyarlarca olaydan sadece bunu düşünen bir insan, ne yapması gerektiğini anlar. O’nsuz yaşanması mümkün olmayan bir içeceğin Allah’ın kudretinin eseri olduğunu anlamamak akıl tutulması ve aynı zamanda hidayet bulmamasıdır. Hidayet Allah’ın takdiriyledir. Ancak Allah, dileyen kuluna ve dilediği kuluna hidayet verir. Önemli olan Allah’ın hidayetine mazhar olabilmektir. Kulun birinci görevi, bunu elde edebilmektir. Bu da sağlam ve sağlıklı bir iman ve samimi bir teslimiyet ile elde edilebilir.
Açlıktan ölmek üzere olan vahşi bir Kaplan’ın, henüz dünyaya gelmiş bir yavru Ceylan’ı parçalamasındaki şiddeti sorgulamak yersizdir. Sırası geldiğinde o Kaplan da akibetine razı olacak ve cesedi leş kargalarına yem olacaktır. Bu yönüyle doğaya “vahşi” gözüyle bakmak bizi yanıltır. Tabiatta canlı ve cansız her şeyin insana hizmet için varlık kazandığını öğrenmek bizi niye şaşırtıyor? Evren düzleminde akla gelen ve gelmeyen her ne varsa, hepsi de insan içindir ve insan da kendi miracını tamamlasın diye özel bir özenle yaratılmıştır. Ele alınan iki kiraz dahi aynı şekil, renk, tat ve biçimde değildir. Ayrıca her şey bir değişim içindedir. Değişmeyen sadece ve sadece değişimdir. Düşünerek ve şükrederek bu yolculuğa çıkanlar, asla ve asla yanılmayacaklardır. Yanılmayan insan zaman içinde yüzerek yolculuğunu tamamlayarak elindeki hidayet karnesiyle Rabb’ine ulaşacaktır. Karnesini alamayanlara ise Allah, hayvanlara,
“Siz toprak olunuz!” dediğinde,
“Ne olur Allah’ım bizi de toprak eyle!”
Nebe, 78/40) diyeceklerdir.
Vay haline bunu diyeceklere!?
Biz bu güne hazırlanıyor muyuz? Yoksa biz de mi?
Ne olur Allah’ım bizi de toprak eyle” demek istiyoruz? O halde biraz düşünelim ve hangi noktada olduğumuzu gözden geçirelim.
Evren düzleminde kendilerine gösterilen sırada saf tutan tüm varlıklar “ölü vasıfta” diri gibidirler. Doğum ve ölüm tarihleri belirlenmiş bir varlık, nasıl olur da kendini “gerçekmiş” gibi kabul edebilir? Allah’ın, “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Enbiya, 21/35) Ayeti şaşmaz ve değişmez bir hüküm olarak karşımızdadır.
İslam’ı, sadece “Ölülere okunacak Kur’an-ı Kerim” zannettik. Onun özünü, esasını ve derinliğini anlamadık. İlahi mesajının içeriğini idrak edemedik ve bu nedenle de ilim ve irfandan mahrum kaldık. Hz. Peygamber (s.a.v)’in fikirlerini, akılcılığını, toplumsal etkinliklerini, insan onurunu yücelten kimliğini kavrayamadık ve hatta önemsemedik. Cihad adı altında yürütülen mezhep kavgaları, siyasi ihtiraslar, “Benimki doğrudur, seninki yanlıştır!” zihniyeti önümüzde güçlü bir engel olarak yükseldi. Bu konuda hepimiz suçluyuz! Eskiden pırıl pırıl parıldayan o muhteşem İslam medeniyetinden en ufak bir eser bile yoktur. Bunu gerçekleştirenler iman ve ihlas gücü ile Allah’ın halifesi unvanını hak etmeyi başarmışlardı. Bugünkü Müslümanlar ise “Benim mezhebim haktır, senin mezhebin batıldır!” zihniyeti ile ayrılıkçılık yapıyor, nifak ve nefreti yaygınlaştırarak toplumsal hastalıklar yaratıyorlar. Zihinleri kireçlenmiş, kalpleri taşlaşmış, gözleri ihtirastan şaşılaşmış, kulakları tıkanmış, bomboş kafalarında şeytan tepinmektedir.
“Sakın cahillerden olma!” (En’am, 6/35) hükmü bilgili olmayı, düşünmeyi, sorgulamayı ve tartışmayı övüyor. Akıl yürütmenin önemini vurguluyor ve bunu yerine getirilmesini bir “farz” olarak tüm Müslümanlara emrederken, bir akıl tutulması olarak kimileri orucunu bozmak için sirkeli suya ekmek batırıp “Telli Baba”dan yardım bekliyor veya türbelerde mum yakarak, bez bağlayarak topraktan medet umuyor!? Allah’ı bırakıp, şeyhin dizinde, kabir kenarında oturup kızının kısmetinin açılmasını, oğlunun Üniversite’ye girmesi için yardım bekliyor!? Sanki her gün kıldığı Namaz’da okuduğu Fatiha suresinde, “Ancak (Allah’ım) sana ibadet ederim ve ancak senden yardım dilerim.” (Fatiha, 1/5) Emredilmiyor!?
Hani ülkenin %99’u Müslüman’dı!? Demek ki, Tevhid’in şartı olan “Kalp ile tastik, dil ile ikrar” ilkesinde sadece dilimizi ıslatan birkaç sözcükle avunduk. Kur’an-ı Kerim’i özne olarak değil de nesne olarak kabul edişimizin hüznünü yaşıyoruz.
“Alemlere rahmet olarak gönderilen” Enbiya, 21/107) Hz. Peygamber (s.a.v), “Üzüm, üzüme baka baka kararır.” ifadesini elinin tersiyle iterek, onun yerine “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hükmünü yerleştirmedi mi?
“Biz Allah’tan geldik ve dönüşümüz de O’nadır.”
Bakara, 2/156
Bu Ayeti tam olarak aklımız, ruhumuz, nefsimiz, benliğimiz, kısacası her şeyimizle anlarsak, o zaman kendimizi Fatiha suresindeki “Hamd”ın geniş çerçevesi içinde hissederiz.
İslam dünyasında bugün öyle acı olaylar yaşanmaktadır ki, kalbimiz kanamaktadır. Onlar cahildir, onlar akıllarını kiraya vermişlerdir ve beyinlerini rahmet suları ile ıslatamayan gafillerden olmuşlardır. Öyle ki, bu cehalet batağında “Emaneti ehline verin!”
Nisa, 4/58
Kur’an-ı Kerim hükmünü de yok saymışlardır. Cehalet, gaflet ve dalalet çukurlarında debelenenler ne “Alemlere rahmet” olmanın anlamını kavramışlar ve ne de Hz. Peygamber (s.a.v) yolunu takip etmişlerdir. “Rivayet edenler çok ama riayet edenler az!” deyişine kulaklarını tıkamışlardır. Allah’ın gönderdiği indirilen din yerine, uydurulan bir din ile hayatlarını sürdürmektedirler. Hayatlarından da çok memnunlar…
O halde bizim ne derdimiz var? Bizim derdimiz, “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”i yerine getirmektir. Yaptığımız budur!?
Ve
İslam da budur!?
Allah hepimize hidayet nasip etsin. Sağlam ve sağlıklı bir iman ile yaşamayı nasip etsin! Tek dileğim ve beklentim, Allah’ın bu çalışmamdan razı olmasıdır. Bana birçok imkan lütfedip bu makaleleri hazırlamaya muvaffak kılmasından dolayı Rabb’ime yürekten hamd ve şükrederim. Yine bu vesileyle Rabb’imin sınırsız rahmetine sığınıp hata ve kusurlarımın affını niyaz ederim. Değerli okuyucularım da bilsin isterim.
En doğrusunu Allah bilir.
Saygılarımla…
Mehmet Bozkurt, Eğitimci İlahiyatçı Araştırmacı Yazar