Korku İle Yaşanan Hayat Gerçekten Bizim mi?
Bir davranıştan gerçekten inandığımız için mi vazgeçiyoruz, yoksa sadece korktuğumuz için mi?
Çocukken duyduğumuz birçok uyarının altında “günah” korkusu ve “büyüklere saygı” gibi iki temel duygu yatardı.
Top oynamak günahtı; çünkü Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başıyla top oynanmıştı. Şarkı söylemek günahtı; çünkü şeytanı çağırırdı. Resim yapmak, müzik aleti çalmak, hatta gülmek bile bazen günahla ilişkilendirilirdi.
Peki ama bu davranışlardan uzak dururken gerçekten inandığımız için mi uzak durduk, yoksa sadece korktuğumuz için mi?
Bugün durup geriye baktığımızda çocukluğumuzu, gençliğimizi, hatta bazen tüm hayatımızı şekillendiren bu “korku ve saygı” duygularını yeniden sorgulamak zorundayız.
Liseye giden Zeynep, resim yarışmasına katılmak istiyor ama annesi “o tür resimlerin çizilmesi caiz değil” diyerek onu engelliyor. Zeynep, o resmi çizmiyor; ama okul dönüşü otobüste kulaklığını takıp gizlice o şarkıyı dinliyor. Evde sessizce defterine karaladığı figürler ise hiçbir zaman sergilenmeyecek.
Zeynep, aslında anne babasına saygı duyduğu için mi bu davranışlardan kaçınıyor?
Yoksa onlardan gelecek baskı ve ceza korkusu yüzünden mi?
Bu örnek, aslında çok tanıdık. Hepimiz bir dönem “korku” ile “saygı” arasındaki o ince çizgide yürüdük. Bazen dengeyi kurduk, bazen de ya sahte bir itaat ya da gizli bir isyanla yaşadık.
İmam Gazali, ahlakın en alt basamağını “cehennem korkusuyla iyilik yapmak” olarak tanımlar.
Kant ise “ahlak”ı insanın özgür iradesiyle, kendi aklını kullanarak evrensel yasalar doğrultusunda karar vermesi olarak görür. Kant’a göre bir insan sadece ceza korkusuyla kurallara uyuyorsa, o kişi ahlaklı değil, sadece kurallara boyun eğen biridir.
Burada asıl mesele şu: Eğer ahlaki tercihlerimiz sadece korkuya dayanıyorsa, bu tercihler bize ait midir?
Korku, özgür iradeyi bastıran bir duygudur. Bu durumda saygı da gerçek bir değer olmaktan çıkar. Saygı, korkudan doğuyorsa bu gerçek bir saygı değildir; sadece uyumdur, itaatkâr bir kabulleniştir.
Yukarıdaki yazıda çok önemli bir tespit var: “İki yüzlü, kendine karşı yabancılaşmış bir topluluk olduk.”
Bu cümle, korku temelli bir ahlaki yapının nasıl toplumda çifte standartlar doğurduğunu açıkça gösteriyor.
Bir zamanlar bize yasaklananlar, şimdi aynı yasakçıların çocukları tarafından normal yaşanıyorsa burada samimi bir inançtan değil, korku üzerine kurulmuş bir düzenin çöküşünden söz ediyoruz.
Bu noktada Nietzsche’nin “sürü ahlakı” kavramı devreye giriyor. Nietzsche’ye göre toplumda bireyler, çoğunluğun korkularına ve yargılarına boyun eğerek hareket eder. Cesaretle düşünmeyen, sorgulamayan, sadece “bana ne derler” korkusuyla hareket eden birey, kendi benliğini bastırarak bir yabancıya dönüşür.
İnanç, insanı özgürleştirmeli ve dünyayı daha anlamlı kılmalıdır. Fakat inanç, eğer korku ve dışlamaya dayalıysa, ideolojiye dönüşür. İnanç ile ideoloji arasındaki fark da buradadır.
İnanç, insanı hem kendine hem ötekine karşı sorumlu kılar. Oysa ideoloji, ötekiyi düşmanlaştırır ve mutlak doğruya sadece kendi sahip olduğunu iddia eder. Bugün birçok dini, kültürel veya siyasi çatışmanın temelinde bu farkı ayırt edememek yatmaktadır.
Gerçek saygı, korkudan değil sevgiden doğar. Bir davranışa karşı içsel bir ikna yaşadığımızda, onun doğruluğuna gerçekten inandığımızda o zaman o davranış bizim olur. Aksi takdirde sadece başkalarının doğrularını taşıyan ve kendi ruhuna yabancılaşan bireyler oluruz.
Toplumu değiştirmek istiyorsak çocuklara önce sevgiyi, sonra düşünmeyi öğretmeliyiz. Korkutmayı değil, düşündürmeyi tercih etmeliyiz. Çünkü ancak düşünen birey gerçekten inanabilir. Ve ancak gerçekten inanan birey, özgürce saygı duyabilir.
Bugün sizin “saygı” diye sürdürdüğünüz davranışların kaçı aslında “korkuya” dayanıyor?
Ve gerçekten, bu hayat sizin mi?