Mikro Çığlıklar
“Ben İlhan Arık, Bu zamana kadar hep bir şeyleri başarmak istedim. Kimse zarar görmesin, kimse üzülmesin istedim. Ben artık çok yoruldum. Yeni başlamaktan, üzülmekten, kırılmaktan… Sakın beni böyle aciz tanımayın olur mu? Artık toparlayamıyorum. Herkesten çok özür diliyorum. Yaşattıklarım için. Bu yazıları okuduğunuzda ben bu dünyada olmayacağım artık. Hiçbir anlamı yok. Hakkınızı helal edin”
(Haberler .com’un ulaştığı Merhum İşadamı İlhan Arık’ın veda Mektubu)
Haberi ilk okuduğumda şok yaşamış ve bir insanın çaresizliği en derinine kadar yaşamasına rağmen kimsenin durumdan haberdar olmamasını anlamakta güçlük çekmiştim. Webte biraz daha araştırınca aslında hayatı hakkında bir yayın dahi yapıldığını okudum. Çok değil bundan neredeyse 1,5 yıl önce yine haberler .com’da yayınlanmış. Mücadele, kayıplar, deprem, evlat acısı, yalnızlık, baba yoksunluğu vb. neler geçirmiş kırk yıllık hayatında. Allah evlatlarına ve eşine yürek serinliği versin, rahmetiyle onları korusun.
Ani kayıplar yaşamış, depremi hem yer sarsıntısı ile hem de hayat sarsıntısı ile yaşamış biri olarak sorgulamalar hiç durmadı kaç zamandır.
Çevremizden nasıl göründüğümüz veyahut çevremizi nasıl gördüğümüz konusu döndü durdu zihnimde.
Ve o delice soru: “Bir suskunlukta kaç cümle gizlidir?”
Çağımız bilim ve modernitenin nirvanayı yaşadığı bir zaman diliminde; fakat içsel alemimiz mağara devrinden izler taşıması yönüyle çok farklı.
Gördüklerimiz, gördüğümüzü sandıklarımız; duyduklarımız, duyduğumuzu sandıklarımız; sorumluluklarımız – yapmamız gerekenler, yaptığımızı sandıklarımız; anladıklarımız ve anladığımızı sandıklarımız… Gerçekliğe bir o kadar uzaktı ki..
Prof. Dr. Sinan Canan hocanın insanın çelişkileri üzerine tespitlerini izlediğim bir programda, insanların ve çevrelerinin yaşadıkları problemleri ve bu problemleri algılama ve çözüm sunma becerilerini ele alıyordu. Muhataplarımızı, kendi iç dünyamızı nasıl dinliyoruz daha doğrusu dinliyor muyuz bu bile tartışılır da varsayalım ki dinliyoruz; çözüm sunmakta ne kadar medeni ne kadar merhametli davranıyoruz, burası tam bir patolojik vaka.
Merhum İlhan Arık’ın benzer durumunda olup da okuyamadığımız, göremediğimiz nice canlar yok mu Allah aşkına çevremizde. Çok uzaklarda aramadan bizlerin iç dünyası çığlığı basmıyor mu benimle ilgilen diye. Minik, mikro çığlıklar belki ama çığ misali işaret vere vere geliyor. Bu mikro çığlıklar işaret fişeklerini göndermiyor mu karanlık dünyamızın semalarına. Eğimli arazide, tutunacak zemini olmayan tabakalar halinde birikmiş olan kar kütlesi gerek içsel gerek dışsal etkilerle yamaçtan aşağı doğru yuvarlanınca mı çığı görmek gerekiyor. Tutunacak bir zemin hazırlamak gerekmiyor mu, bir sorgulayalım, düşünelim.
Manen ve madden artçı sarsıntılar uyarırken bizi ve veya çevremizi, ne kadar sağlıklı görüyor ve önlem alıyoruz.
Sürekli alma, fayda/kazanç sağlama üzerine kurulu modern(!) dünyada ötekini yok sayarak yürümek kimseyi makbul bir hayata taşımıyorken bunu ne kadar daha görmeyeceğiz.
Dünün yasını tutup, sürekli kin damarımızı besleyerek bugünü ve yarını makbul olmayan bir çizgide tutma çabasının kime faydası olmuş ki. Dersini al, yolda yürü. Yolcudan hasıl olanı yolun sahibi hatırına imtihan say; ama yolcuların da senin üzerinde hakkı olduğunu bilerek verme dengeni koruyarak onlarsız yaşayamayacağını da unutma.
Sinan Canan Hocanın izahati ile devam edelim.
“Modern çağın en belirgin çelişkilerinden biri, insanlık tarihinin bilgi ve teknoloji açısından en gelişmiş döneminde yaşarken hâlâ temel insani ve toplumsal sorunlarla başa çıkamıyor olmamızdır. Oysa her geçen gün daha fazla kaynak, daha gelişmiş algoritmalar ve daha karmaşık analiz teknikleri devreye alınmakta; yönetimden eğitime, sağlıktan şehircilik planlamasına kadar pek çok alanda veri odaklı çözümler geliştirilmektedir. Ancak tüm bu teknik donanım ve bilgi birikimi, insanın sorun çözme kapasitesinde kayda değer bir sıçrama yaratmakta yetersiz kalmaktadır.”
Evet dostlar, zannımca bu yetersizliğin temelinde, insanın kendi iç dünyasıyla yüzleşmekten kaçınması, sahip olduğu potansiyelleri görmezden gelmesi ve mikro çığlıklarını bastırması yatmaktadır. Kendini gerçekten tanıdığına inanan insan, aslında çoğu zaman içsel sorgulamalardan kaçarak, sahip olduğu sağlık, yetenek ve sorumluluklar gibi konulardaki içsel uyarıları yok sayar.
Temel kulluk görevlerini yerine getirmekteki ihmalleri, yeteneklerini kullanması gereken alanlarda sergilememesi ya da kendisine verilen tavsiyelere karşı sorumluluklarını üstlenmek yerine oyalanmayı tercih etmesi, kişinin kendi iç dünyasından yükselen ve görmezden gelinen sessiz çığlıklardır. Bu çığlıklar, insanın gelişimini ve dolayısıyla sorun çözme yeteneğini dumura uğratan en önemli engellerden biridir; çünkü dışarıdan gelen hiçbir bilgi veya teknik donanım, kişinin kendi içine dönerek bu içsel çarpıklıkları gidermedikçe kalıcı bir fayda sağlayamaz.
Kalplerimizin yumuşama zamanı gelmedi mi?
Nice Taşın öylesi var ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de var ki çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da var ki Allah korkusuyla yuvarlanıp düşer. Hakikati ne zaman makes bulacak iç dünyamızda!
İnsanın bu konudaki çelişkisinin ardında biyolojik, psikolojik ve bilişsel düzeyde işleyen bir zihinsel kapanıklık halinin olduğunu biliriz. Ve insan için asıl mesele, dış dünyadaki karmaşıklıktan ziyade, iç dünyasında inşa ettiği düşünce kalıplarının katılığında yatmaktadır.
Sorun çözme kapasitemizi sınırlayan temel etkenlerden biri, insan zihninin sınırlı algı kapasitesi ve bu kapasitenin doğurduğu “bilişsel önyargılar”dır. Zihnimiz, çevremizdeki karmaşık dünyayı anlamlandırmak için sürekli olarak sadeleştirme çabası içerisindedir. Bu sadeleştirme süreci, çoğu zaman daha önceki deneyimlerden süzülmüş şemalar ve varsayımlar üzerine kuruludur. Bu durum, bir yandan hayatı yönetilebilir kılarken, diğer yandan gerçekliği çarpıtmamıza neden olur. Örneğin, belirli bir sorunla karşılaştığımızda zihnimiz genellikle geçmişte işe yaramış bir çözüm modeline yönelir ve o modelin dışında kalan olasılıkları dışlar. Bu, “bildiğimiz çözüme tutunma” refleksidir; ve çoğu zaman, yeni çözüm yollarını görmemize engel olur.
Bir başka önemli mesele ise algıda seçicilik mekanizmasıdır. İnsan beyni, yoğun veri akışı karşısında sadece belirli uyarıcılara dikkat kesilir. Bu dikkat eğilimi, bireyin ön kabullerine ve zihinsel şemalarına dayanır. Hal böyle olunca, farkında olmadan sadece kendi dünya görüşümüze uygun olan bilgileri seçip diğerlerini göz ardı ederiz. Bu da sorunların çok boyutlu doğasını kavrayamamamıza yol açar. Oysa gerçek dünyada sorunlar tek boyutlu değil, çok değişkenli ve sistemik bir yapıya sahiptir.
Prof. Canan’a göre, insan zihninin bu yapısı nedeniyle birçok kişi “neden” sorusunu sormaktan vazgeçer. Oysa çocukluk döneminde bu soru en çok sorulan sorudur: Neden böyle? Neden şu şekilde değil? Zihin, ancak bu tür sorgulamalarla esnekliğini koruyabilir. Ne var ki yetişkinlikte edinilen kalıplar, öğrenilmiş çaresizlikler ve sosyal koşullanmalar insanın sorgulama kapasitesini köreltir. Bu durum, sadece bireysel değil toplumsal düzeyde de sorun çözme kabiliyetimizi körelten bir kısır döngü oluşturur.
Bireysel düzeyde düşünce esnekliğinin geliştirilmesi, toplumsal sorunlara da daha yaratıcı ve etkili çözümler üretebilmenin ön koşuludur. Bu ise ancak insanın kendi zihinsel süreçlerinin farkına varması ve onları sürekli olarak yeniden değerlendirmesiyle mümkündür. Sorunlara sistemsel bir bakış açısıyla yaklaşmak; parça bütün ilişkisini kurmak, neden sonuç zincirlerini kavrayabilmek ve karmaşık etkileşimleri analiz edebilmek, geleceğin çözüm odaklı bireylerinin en önemli becerileri arasında yer alacaktır.
Bu farkındalık ve yaklaşım değişikliği, bireysel ve toplumsal düzeyde sorun çözme becerilerimizi geliştirerek, çağın karmaşık problemlerine karşı daha dayanıklı ve yenilikçi bir toplum inşa etmemize olanak tanıyacaktır.
Cevâhir AYDIN – Küçük Dünyam