Zeytinlikteki Mavi Ev
Mehmet Nuri Bingöl
Güneş, deniz sathında altın bir çizgi gibi süzülürken, zeytin ağaçlarının yaprakları hafif esintide mırıldanıyordu durmadan. Bu küçük vadi, Akdeniz’in en tenha koylarından birinde, zamandan çoktan kopmuş gibiydi. Ne şehir gürültüsü, ne aceleci ayak sesleri… Sadece sahra ve sükût.
O sabah, Hüseyin Usta erken uyanmıştı. Elinde paslı bir anahtarla, tepede duran o eski, mavi boyalı eve yürüyordu. Elli yıl önce babasının elleriyle yaptığı bu evi, kimse uzun zamandır kullanmıyordu. Ama Hüseyin Usta karar vermişti; torunları ile bu yaz o evde kalacaktı.
Yokuşu ağır ağır çıktı. Zeytinlikten geçerken bir ağaca dokundu, selam verir gibi. Burası onun çocukluğu, gençliği, hatta hüznüydü. O dağ yamacında, muz tarlalarının sessizliğiyle çevrili küçük dünyasında, eşiyle ilk çayı burada içmiş, yağmur altında ilk badireyi burada atlatmışlardı.
Mavi evin önüne geldiğinde durdu. Kapı aralıktı. Bir rüzgâr gibi geçmiş zaman içeri sızmış, hatıraları duvarlara yapıştırmıştı. İçeri adımını attığında, güneşin pencereden vurduğu yerde tozlar dans ediyordu. Masanın üstünde, yıllar öncesinden kalma bir fincan vardı. Eşi Fatma’nın son gelişinde bıraktığı gibi duruyordu. Dokunmadı.
Gözleri denize kaydı. Maviyle yeşilin arasına sıkışmış bu vadi, artık sadece geçmişin değil, geleceğin de evi olacaktı. Torunları geldiğinde, onlara kendi çocukluğunu anlatacaktı. Bu zeytin ağacının altında nasıl saklambaç oynadıklarını, o yamaçta keçileri otlatırken nasıl yıldızları saydıklarını…
Gün öğleye yaklaşırken, Hüseyin Usta evin duvarlarını silmeye başladı. Yeni bir hikâyeye yer açıyordu. Belki zaman geçmişti ama hâlâ umut yeşeriyordu bu toprakta. Zeytinlik, deniz ve mavi ev… Her biri bir hatırayı saklıyor, yeni bir hayatı bekliyordu.
Ve rüzgâr, ağaçların arasından geçerek, Hüseyin Usta’ya fısıldadı:
“Hatıralar kadar, umutlar da kök salıyor bu toprakta. Biz bile unutmuyorsak yaşananları, kader nasıl unutsun?”
—
Temmuzun ortasında, dağlar daha da yeşil, deniz daha da mavi görünürdü. Hüseyin Usta, her sabah olduğu gibi güne zeytin ağaçlarının altında başladı. Artık mavi ev temizlenmiş, pencerelerine perdeler takılmış, eski ocak yeniden yakılmaya hazır hâle getirilmişti. Ama en önemlisi, evin içi artık yalnız değildi. Sessizliğe çocuk sesleri de karışacaktı.
O sabah minibüs geldi. İçinden üç kişi indi: Kızı Meryem, damadı Hakan ve altı yaşındaki torunu Ali Emir.
Ali Emir’in ayakları toprağa değer değmez çığlık attı:
— Dede! Bu ne güzel bir yer! Deniz var, dağ var, ağaçlar var!
Hüseyin Usta gülümsedi. Eğilip torununu kucakladı, yanaklarını okşadı.
— Burası senin dedenle ninenin cenneti evlat… Şimdi senin masalın olacak.
Ali Emir hemen zeytin ağaçlarının arasına koştu. Muz yapraklarının arasında kayboldu, ardından heyecanla bağırdı:
— Anneee! Burada ejderha saklanıyor olabilir!
Hakan güldü.
— Hayal gücü, dağ gibi. Tıpkı babasına benziyor.
Meryem, evin önüne geldiğinde gözleri doldu.
— Bu ev… Annemin kokusu var hâlâ burada. Sanki her an içeriden çıkacak gibi.
Hüseyin Usta başını eğdi.
— Fatma’nın gölgesi buralarda hâlâ dolanır. Ama artık çocuk sesleriyle onun yokluğu örtülecek. Sessizlik, yerini kahkahaya bırakacak.
Günler geçti. Mavi ev yeniden yaşamla doldu. Hüseyin Usta, torununa ağaç budamayı, zeytin toplamayı öğretti. Ali Emir, dedesinin elinden tutarak yokuşları indi, keçilerin peşinden koştu. Her akşam deniz kıyısında oturup yıldızlara bakarken, Hüseyin Usta ona bir masal anlatıyordu. Masalların çoğu gerçekti ama Ali Emir için hepsi büyülüydü.
Bir gece, yıldızlar çok parlakken Ali Emir sordu:
— Dede, ninem nerede şimdi?
Hüseyin Usta göğe baktı.
— Bak, o en parlak yıldızla beraber cennetten bize bakıyordur. Bu evi, bu toprağı, bizi hep izliyor oradan. Gülümsüyor şimdi.
Ali Emir usulca başını dedesinin omzuna yasladı.
— O zaman bu evi hiç bırakmayalım, olur mu?
— Olur evlat… Burası artık senin de yuvan. Zeytinlik kolay yetişmez; ama büyürse, yüzyıllar boyu kalır. Tıpkı sevgi gibi.
Ve o gece, mavi evin duvarlarında sadece geçmiş değil, geleceğin de ayak sesleri yankılandı.
—
Gün batımının kızıllığı, dağların sırtına serilmiş bir örtü gibi ağır ağır çekilirken, zeytinlikler loş bir sessizliğe gömüldü. O akşam hava bir garipti. Rüzgâr, denizden değil dağlardan esiyordu. Çam ağaçlarının iğne yaprakları birbirine sürtünüyor, kuşlar sessizce yuvalarına çekiliyordu. Hüseyin Usta gökyüzüne bakarak mırıldandı:
— Bu gece fırtına çıkacak…
Evde soba yakılmış, çay demlenmiş, sofraya mısır ekmeğiyle zeytin konmuştu. Ali Emir pencerenin önünde oturmuş, denizi izliyordu. Bir an döndü ve sordu:
— Dede… Bu evin bir sırrı var mı?
Hüseyin Usta durdu. Kaşlarını çatmadı ama gülümsedi de sayılmaz. Sessizce kalktı, ahşap dolabın alt gözünden küçük bir sandık çıkardı. Sandığın içinden sararmış bir defter, birkaç eski fotoğraf ve yıpranmış bir mendil çıktı.
— Bu defter… Senin ninen Fatma’nın yazdığı şeylerle dolu. Her yıl burada ne olmuşsa yazardı. Hangi ağaç ürün verdi, hangi mevsimde kim hastalandı, hangi misafir geldi… Ve bazı şeyler sadece ona yazıldı.
Meryem yaklaştı, deftere uzandı.
— Hiç anlatmadın baba… Annemin böyle bir defteri olduğunu bile bilmiyordum.
Hüseyin Usta, gözlerini uzaklara dikerek devam etti:
— Çünkü bazı şeyler sessizlikte saklanır. Konuşulursa büyüsü bozulur. Ama bugün… Bugün artık zamanı geldi.
Tam o sırada dışarıda şimşek çaktı. Gök gürültüsü, dağları yankılandırarak yuvarlandı. Pencereye ilk damlalar vurduğunda, Hüseyin Usta defteri açtı. İlk sayfada ince bir yazıyla şu cümle vardı:
“Bu ev bir sığınaktır. İçine giren her yorgun kalp, burada huzur bulur.”
Sayfalar çevrildikçe, o evin sadece bir taş yığını değil, bir hafıza mekânı olduğu da anlaşıldı. Bir gün çobanın unutulan koyunları, bir başka gün sel altında kalan muz tarlaları… Ve en ilginci: 1983 yılında yazılmış kısa bir not:
“Bir gece fırtına çıktı. Çocuk uyanmasın diye dua ettik. O gece bu evin çatısına yıldırım düştü ama mucize eseri zarar görmedi. Sanırım bu ev, Allah’ın bir lütfu…”
Tam bu satırlar okunurken, dışarıda bir gök gürültüsü daha patladı. Ardından ışıklar söndü. Ev karanlığa gömüldü.
Ama Hüseyin Usta usulca ayağa kalktı. El fenerini yaktı, eski lambayı çıkardı.
— Bu da defterde yazılı. Işık kesilirse, mutfakta bir kandil var. Annesi onu hep saklardı.
Meryem kandili yaktığında, odada yumuşak bir sarı ışık yayıldı. Ali Emir dedesinin yanına sokuldu.
— Dede… Bu ev gerçekten mucize gibi.
— Evet evlat… Çünkü burada sadece insanlar değil, dualar da yaşamış. Kimi zaman bir ağacın dibine gömülen umutlar, kimi zaman bir mendilin içine sarılan gözyaşları, semaya rahmet istenerek açılan avuçlar, eller… eller…
Ve o gece, fırtına tüm hiddetiyle dışarıyı döverken, mavi evin içinde üç kuşak, aynı kandilin ışığında aynı hikâyenin parçası olmaya and içtiler; içten, içten…