SIRTIMIZDA TAŞIDIĞIMIZ ZİNDAN
Karışık düşünceler içerisindeyiz. Sanki gök yarılacak, yıldızlar dökülecek, yeryüzü çatlayacak.
Dünyamız her zamanki gibi abes, her zamanki gibi kıyıcı.
Gök yüzü aynı gök yüzü, nehirler, dağlar aynı, mevsimler aynı, bulutlar aynı yağmurları bırakıyor yeryüzüne. Gece ve gündüz birbirini takip ediyor. Her şey aynı. Değişen insanlık.
Her şeyin kötüye gittiğini söyleyenler, dünyanın yaratıldığından beri her şeyin kötüye gittiğini belkide gözardı ediyorlar. Evet dünya kötüye gidiyor, ancak dün bu kötüyü ortadan kaldırmak için cenk meydanına atılan öncüler vardı. Bugün, bu kötüye gidişi durduracak etrafta kimse görünmüyor. Fark bu.
Her şey olup biten her şey, kendi eserimiz.
Her grup kendi içinde gettolasmıs, her grup kendi grubuna vaaz veriyor. Söylemleriyle haksız servete karşı çıkanlar, ayaklarının oraya doğru koşar adım yürümesine mani olamıyor. Düşünceyle, eylem arasındaki mesafe gittikçe açıldı, açılacak.
İnsanoğlu, hep böyleydi. Kıyıcıydı, zalimdi, cahildi, sevecendi, aşkındı, fesata uğrayan ve fesat çıkarandı.
Her şey yeni bozulmuyor, her şey ilk defa kötüye gitmiyor. Dünya yaratıldığından beri bu böyleydi. Acılar, acıları, savaşlar, savaşları takip etti her zaman. Aktörü, insan ve insanlık.
Allah, sayısız elçi göndermiş insanlara. Mabetler her devirde yine de boş kalmış. Kılavuzların çığlıkları, çılgın kahkahalar arasında her zaman kaybolmuş, bastırılmış, unutulmuş, unutturulmuş.
Hakikatin erleri, insanlığı her seferinde bu çürümüşlük bataklığından çekip çıkarmış ve yüceliklerin zirvesine taşımış.
Zulüm her zaman karşıtlar tarafından değil, kendi içinden de yapılmış ve yapılmaya devam ediyor. Hz Ali Müslümanların mescidinde Şehid edilmedi mi; Ebuzer, Rebeze’ye sürülmedi mi; İslam Halifesi olarak tahtında oturan Yezid, Peygamber’in torunu HZ. Hüseyn’i katletmedi mi? Her dönem, bu çürümüşlüğün ve fesadın aktörleriyle doluydu.
Mansur’u dar’a çeken, Nesimi nin derisini yüzen, Said Nursi’yi sürgünden sürgüne gönderen, zindanlara tıkan, İmam-ı Azam’ı hapseden ve Şehid eden aynı şeytani oyunun oyuncuları değil miydi?
Her dönemde Şuur ırmaklarını bulandıran tufeyliler ve guruplar sahneye çıktı ve temiz suyu bulandırdı ve kirletti.
Bütün bu fesat aktörlerine rağmen, öncülerin arkasında saf tutan inanmış bir kitle vardı. Onlar her seferinde, dağılmışları toparladılar, toparladıklarını yeni hamleler için dağıttılar.
Kur’an ve Sünnet ‘in gölgesinde hüküm süren “Kerim Devlet” Batının soluğu geldikten sonra tökezledi yavaş yavaş iddialarından sarfı nazar etti.
“89 dan beri bu ülke su alan bir gemi. 89 sadece Batı Feodalizminin değil, ihtiyar şarkında ölüm çanı. Osmanlı, bir başka medeniyetin varlığını o zaman farkeder. Henüz ne imanını kaybetmiştir, ne de irfanını. Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamlarında ihtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Utanma unutkanlığa, unutkanlık batıya teslim olmaya dönüştü.”
Bu bozucu ve çürütücü rüzgarlar, koskoca bir İslam devletini dağıtarak birliği parçaladı ve bizi 1920 lere kadar getirdi.
Tam yüz yıl önce, köklerimizden ayırdılar bizi. Baltayla geçmişe uzanan bağlarımızı kestiler. Köklerimizden, hikmet-i vücudumuzdan, tarihimizden, düşüncelerimizden kopardılar bizi. Geçmişimiz, tarihimiz artık bir cüzzamlılar yatağıydı.
Kökleri sökülen kuru ağaçlara döndük. Mazi yok, istikbal karanlık. Bir sam yeli esti, bin yıllık çınarın dallarını kırdı yapraklarını döktü, gövdemizi köklerimizden ayırdı. Bir medeniyetin topyekun intiharıydı bu.
Sistem, kafanın yalnız dışını değil, içini de tanzime çalıştı. Batı şapkaydı. Şapka ve itaat. Kur’an la bağımızı koparmak için İslam harflerini değiştirdiler. Her şey yasaktı. Kur’an’ın yerini “nutuk” almıştı. Yeni dinimiz Kemalizm, mabedi Çankaya idi.
İnsanın haysiyeti kendisi olmaktır. Olup bitenler karşısında şaşkindı millet; şaşkın ve kaygılı.
Dil devrimi, Selanik’in İstanbul’a isyanıdır. Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mimarisi, Osmanlı ordusu yok edilemezdi. Ama nesilleri birbirine bağlayan köprüler yıkılırsa bu devamlılık bozulabilirdi. Harf inkılabı bin yıllık bir geçmişi rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir ülke ibda etti.
Her hokkabazlığa, her maskaralığa alkış tutmak ve bu ülkenin göğü kadar aydınlık beyinlerini astırıp, susturmak…
Bu milletin bütün kütüphanelerini tuğla yığınına çevirdiler. 1929 da ilk mektebi bitiren nesil kendini bir çöl ortasında buldu.
“Düşüncenin vazifesi bütün ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek.
Bütün lise kitaplarının ayırıcı vasfı, çürüyen bir beynin anatomisini aksettirmelerinde. Sarhoş bir kelime yığını hepsi de. Ve aydın hayatından memnun. Aydın asırlardan beri hor görülüşünün acısını, yetişecek nesillerin iz ‘anını kundaklamakla alıyor.”
Aynadaki aksinden utanan ve insanından iğrenen ülkemiz aydını… Suratlarında itiraf edilmez günahların çizgileri; ve ihaneti ifşa eden çirkin yüzleri…
Kahramanın ve inanmış insanların çehresine soytarı maskesi takmak ve sonrası ağız dolusu ülkesine ve kendi insanına küfürler savurmak…
1930 lu yıllarda millet olup bitenler karşısında, sustu ve sahneden çekildi. Ölüm, karşı çıkan herkese sokak aralarında, meclis koridorlarında pusu kuruyordu. İnanmak ve inandıklarını yaşamak istemek bir cesaret işiydi. Üç Aliler nöbetteydi İdam sehpaları kurup önce asıyor, sonra yargılıyorlardı. “Kurtlukta düşeni yerler, bu bir kanundur” cümlesinin tamı tamına gerçekleştiği zamanlardı. Ve kurtluk zamanıydı düşeni yiyiyorlardı. Düşünmek, Kur’an okumak yasaktı. Allah demek suçtu, Tanrı vardı.
Millet bu olup bitenlere sessiz bir direniş göstererek, İnancına sahip çıktı, bilendi, kinlendi ve 1950 de sandıklarda beklenen dersi verdi ve onları alaşağı etti.
Şimdi ise post modern zamanlardayız. Post modernizm, Dine Karşı durmuyor. Dine alan açarak, inanları sisteme entegre edip, dinin içini boşaltıyor ve inananların inanç bağlarını gevşetiyor, deforme ediyor.
Refahla başlayan süreç 2002 seçimleriyle yeni bir aşamaya geldi; dindarlar iktidarı devraldılar. Aslında dindar insanlar iktidara gelmemiş olsalardı da, mevcut yapı kendisini değiştirmek zorunda kalacaktı. Sistem tıkanmıştı ve işlemiyordu. Dindarların bu sisteme en büyük faydaları, kilitlenmiş bir sisteme açılım getirmeleridir. Türkiye’de bütün dönemlerde sıkıntılar yaşanmıştır; bu sıkıntıların en derinini ise, Müslümanlar yaşamıştır. Dindarların iktidarında hem, iktidardakiler ve hem de bu iktidarı destekleyen dindar kitle de, değişmiş ve dönüşmüştür. Artık, Müslümanlar dünyaya gerektiği gibi Müslümanca bakmayı kaybettiler. Müslüman olmakla, dünyaya müslümanca bakmak farklı şeylerdir. Her şeyden önce Müslümanlar, emin olma vasfını kaybettiler. İman ile amel arasındaki makas gittikçe açıldı.
Yıllarca Müslümanlara yapılan baskı ve zulüm ortadan kalktı, sosyal hayatlarında bir rahatlama kazandılar; ancak, arzu ettikleri hedeflerine varamadılar. Bu değişim ve dönüşüm her şeyi görüntüye dayalı bir kültüre indirgedi. Başörtülülerin sayısı arttı, Kamunun her tarafında göreve geldiler gelmesine, ancak başörtüsü derinliğini kaybetti ve bir aksessuara dönüştü. Görünürde dindarlık artmış gibi görünse de, bu fakirleşen bir dindarlıktır.
Artık şuna karar vermemiz lazım. Yıllarca üzerine titreyerek bin bir türlü zorluklarla yetişen nesilleri politik kulvarlarda kaybetmeyi sürdürecek miyiz; onların ruhen tükenmesine rıza gösterecek miyiz? yoksa, geldiğimiz noktayı da dikkate alarak, bütün politik mülahazalardan kendimizi uzak tutup, yeni bir yol bularak, yapılan yanlışlıklara karşı mı duracağız? Politik bir kültürün kuşatması altında olduğumuzu hiçbir zaman unutmayalım. Politik kültür; dinli dinsiz, laik anti laik, sağcı, solcu diye ayırmıyor. Yeni Politik kültür, siyasete dair, sosyal hayatımıza dair birçok kavramı yeniden değiştiriyor dönüştürüyor ve onlara yeni anlamlar yüklüyor. Bu Politik kültür iman ve amel arasında; hukukla, ahlak arasında önemli farklar oluşturuyor. Dindarlar, yeni Politik kültürün kendilerine getirdiği hareket serbestisinin sarhoşluğu içindeler. Endişe etmemiz gereken durum bu.
Ahlamayı, vahlanmayı, sızlanmayı terk etmeliyiz ve işimize bakmalıyız. Birbirimize menkıbeler anlatmayı vaz ü nasihatler yapmayı bırakmalı ve kendi “gurup” zindanlarımızı yıkarak, İslam’ın ipekten yumuşak kelimeleriyle ve hurafeden arınmış hakikatin tohumlarını ülkenin dört bir tarafına ekmeliyiz.
Dışımızda bir azgın azınlık var. Bu azgın azınlık şımarık bencil; sistemin sahipleri, sistemin palazlandırdıkları, Batının çanağını yalayanlar ve her mukaddese karşı duranlar; modernizmin semirttiği ruhsuz deve dikenleri… Köksüzler…
hayatımıza pusu kuran bu azgın azınlığa karşı mücadele etmeliyiz.
Müslümanlar savruluyor, evet değişiyor ve dönüşüyor. Servete, şöhrete koşuyor; hepsi doğru.
Davasından bir milim taviz vermeyenler de var. Her olup biten, her dönemde olup bitendir. Güneş altında yeni bir şey yok. Kervan yürüyor ve yürüyecek; yürürken, yolun kenarlarındaki yapma çiçeklerin cazibesine kapılıp kervanı terkedenler oldu, olacak. Her devirde “Selabeler” Çıkmıştır bugünde, yarında çıkacak. Bunları eleştirerek zamanı tüketmenin bir anlamı yok.
1920 lerden beri körün mağarasındayız. Az veya çok hepimiz suç ortağıyız. Biz bu oyunun hem aktörleri hem figuranlarıyız. Senaryoyu yazan da, bizi entegre etmek isteyen sistem. Farkında olmadan yaptığımız her hamle, bu sistemin ömrüne biraz daha uzatıyor. İçine düştüğümüz bu zindanı sırtımızda taşıyoruz. Bu zindanı sırtımızdan attığımız ve bu sistemin mağarasından uzaklaştığımız anda, hakikatin ışığı bütün haşmetiyle görünecektir. O zaman kuklacı ortaya çıkacak ve oyun sona erecektir.
Bu zindanı sırtımızdan atmayı düşündüğümüz anda, hakikatin güneşi bizi sarıp sarmalayacak ve her şey yeniden başlayacaktır.
Zinnur ŞİMŞEK